Erkanlar

ALEVİ İNANCINDA DÖRT KAPI KIRK MAKAM

Dört Kapı Ne Demektir?

Eğitimsiz, bilgisiz İnsanı kademe- kademe eğiterek, kötü huylardan cahaletten arındıraraktır. İlim, irfan sahibi edip, can gözünü açarak, insani kâmil derecesine yükseltmektir. Amacı, temiz ve şevfaf toplum meydana getirmektir. Muhammed Ali’nin kurduğu, İmam Cafer Sadık’ın düzenlediği sıratül müstakimdir, (Hak’ka giden doğru yoldur) Bunlarda Alevi inancının Erkânlarıdır.

Alevi Terimi ile Kısa ve Öz Anlamları

  1. ŞERİAT KAPISI Dünya’ya gelmek ve evreni tanıyarak, insanın kendisini eğitme evresidir.
  2. TARİKAT KAPISI İkrar verip kötülüklerden arınmak, yol ve erkânı öğrenip talip olmaktır.
  3. MARİFET KAPISI Islahı nefis olmak ve ilim irfan öğrenmektir.
  4. HAKİKAT KAPISI Hakkı özünde bilmek, bütün sırlara vakıf olmak. Eğitip irşat etmektir.

Bugünkü Türkçe ile tarif edecek olursak, Şeriat ilkokul, Tarikat ortaokul, Marifet lise, “Hakikat Üniversite” olarak örnek verilebiliriz. Daha fazla bilgi sahibi olmak isteyenler ERKÂNNAME isimli kitabımı okumalarını tavsiye ederim.

Bu durumda, dört kapı kırk makam dediğimiz yol ve erkânımzda, her kapının kendine has hizmetleri var. Her kapınında on makamı var. Şimdi bu anlatımda. Dört kapıyı birlikte anlatmaya kalkan; Ben veya bir başka bilim adamı veya bir bilinçli Dede olsa da. Bir programda. Bir- iki saat içinde özüyle anlatması mümkün değildir. Çünki her kapının on makamı var. Onun için her kapı ancak bir programda herkesin anlayabileceği zahiri yüzüyle, asgari müşterkleri anlatılabilir. Batini tasavvuf özü, zahiri ifadelerle anlatılamaz. Misal! Şeriat kapısının bir makamı şunu ifade ediyor. “İbadetin, yaratan ile yaratılmış arasında (Miraç) yolu olduğuna inanmak.” Buyurun, yalnız bu cümledeki ifadeyi incelemeye kalkarsak. Bu konuda bir kitab yazmak gerekir. Onun için Alevi İslam inancının erkânlarında ancak topluma zahiri yönde hizmet edecek asgari müşterek bilgiler öğretiliyor. Alevi İslam inancının batini tasavvuf ilmi ancak birinci kademede kendini yetiştirmiş erenlerle tefekkür aleminde hasbu hal edilir. Ben bu programda bilinmesi gereken genel bir analizde bulunacağım.

Hz. Muhammed: “Ben, benden önce gelen dinleri ortadan kaldırıcı değil, tamamlayıcı olarak geldim, diye buyurmuştur.” Gelmiş geçmiş Peygamberleri tek, Allah’ın birliğini tanıyan bir dinin elçileri olarak tanımlar. Onların açıklamış oldukları dini öğretimi, Hz. Muhammed biraz daha genişleterek uygulamıştır. Buna da şeriat adı verilmiştir. Şeriat’ta dört aşama vardır.

  1. İman etmek.
  2. İbadet etmek.
  3. Ukuubat: Allah’ın koyduğu (Kusal ve ahlaki değerlere uymak)
  4. Bunları uygulamak ve yapmak. (icdahat)

Pir tarafından irşad edilen bir kişi, kendini tanımaya başlayınca, içgüdüsel duygularına danışarak, düşünerek hareket ederler. Bu şeriat kapısında ki dört aşamayı yerine getirmeğe ve uygulamaya caba gösterirler. Belli evrelerde bu gibi düşünmek, bu gibi hareket etmek, psikolojik bir sorunmuş gibi algılansada, aksine bu bireylerin kendine, çevresine, diğer bireylere önem verdiğini gösteren bir olgunluktur. Yolumuzun, erkânımızın öngörüsüdür. Bu davranış, nefsini otokontrol altında tutan, önüne çıkan her olumsuz olayları zarar verecek yönüyle değil, verecek zararı, askâri düzeye indirip, sağlıklı düzeyde çözüm bulan, nefsinde otokontrolu hakim kılan bireydir.

Hak’tan geleni sabırla karşılayacak. Yüce Allah, diyor ki; “Büyük düşman olan nefsi terk et’te ondan sonra gel”. Mümin kendini Hakkın baktığı yer olarak görmelidir. Nitekim yüce Allah bu konuda, “Allah’ın her şeyi görmekte olduğunu bilmez misiniz” diye buyurmuştur. Allah’ı görüyormuş’ sun gibi ibadet et; Sen onu görmesen bile, o seni görüyor ve gönlündeki niyetini de biliyor. Şunu iyi bilmeliyiz ki, yüce Allah, kulu’ nun her türlü hareketini, duruşunu, konuşmasını, davranışını ve içinde ki düşünüp planladığı işlerini görüp gözetendir. Allah, yerin ve göğün nurudur Anlamı! Göklerden maksat, gönüllerde. Yerlerden maksat, beyinlerde. Yani insan kalıbını kapsar. Bilmeliyiz ki, Allah’ın iradesi gücü ve ilmi bütün kulları kapsamıştır. O halde kul kendi iradesinden, gücünden ve ilminden çıkmalı ki, teslim makamını elde edebilsin.

Bu gibi felsefeyi ve inancı içinde yaşatan toplumlarda haksızlık ve şiddet en düşük derecede olur. Bunu da günümüz ortamında toplumsal olarak Alevi toplumunda ve inancının erkânlarında görüyoruz. Şimdi gelelim Alevi inanç ve erkânlarındaki otokontrol sistemlerine. Her Pir’in, Piri tarafından. Her talibin’de Pir’i tarafından. İrşad makamında geçenleri. Devamlı kontrol altında tutmak inancımızın gereğidir. Bu oto kontrol sistemiyle temiz ve şeffaf toplum yaratmak yolumuzun erkânımızın ön gördüğü değerlerimizden biridir.  Alevi inancında “El-ele, El-Hakka” sistemi, otokontrol sistemidir. Birlik alemine giden yoldur.

Alevilik inancı, İslam dininin mistik düşüncesi ve tasavvufi yoludur. Bu yola aşkla gidilir. Bu bir gönül yoludur. Şüphesiz inanıp iman etme yoludur. Bu yola gidebilmek için de, bir Pir’den el almak gerekir.  Teslim olacağın Pir’de bu yolu, bu erkânı iyi bilen, Pirlik vasıflarını taşıyan erenlerden olması gerekir. İşte o Pir, insanı 4 kapı 40 makamda sırasıyla aşama, aşama yetiştirerek, pişirerek Öz’e gitmeye yönlendirir. Amaç, “İnsani Kâmil” olmaktır. Birlik âlemine varmaktır. Hak’la Hak olmaktır. Tasavvuf dili ile buna “Vahdet-i Vücut” makamı derler.

Allah olgusu Alevilikte, evrene olan en büyük sevgidir. Bütün yaratılanı sevmek, Allah’ı sevmek demektir. Yunus’un dediği gibi,  “Yaratılanı severim, yaratandan ötürü”.

İşte o sevilen yücedir, yaratıcıdır, yapıcıdır; bütün iyilikler, güzellikler ondadır. Alevi “Amentüsünde” şer yoktur, iyilik vardır. “Hayrı min Allahu teâlâ” (iyilikler yüce Allah’a özgüdür). O yüce sevgiliden kötülük gelmez. Bu büyük Tanrı sevgisi, herkesin gönlü, aklı ve idrakinin kapasitesi oranında bir güçtür.

İnsanın fiziki yapısı evrenin bir parçasıdır. İnsanda fiziki yapıyı yöneten bir ruh yapısı vardır. Bu iki varlığın birleşimi insanı, insan eder. Fiziki yapıyı canlı tutan birde Kâlp var. Kâlbin içinde birde gönül var. Gönülün içinde de Hakkın bir zerresi Nuru var. Ruh, gönül yapısına hizmet etmekle; En kutsal olan hakikatin özüne ulaşmaya çaba gösterir. Hedefe ulaşmak için, yaratılmışın yaratıcıya karşı yapması gereken niyaz ve yalvarış anlamındaki ibadet ve dualar ile! Tanrı’nın mekânı olan, insani kâmilin gönlünde. Hak’la birleşmeye çalışılır. Evrenin özünde değişmeyen, olduğu gibi kalan tek varlık  (Ruh’dur). Yani o Hakkın enerjisi değişmeyen kutsal güç; Evrene  gerçek biçimi, birliği ve düzeni verendir ” İnsanlık var olduğu günden beri, bu psikolojik ruh hali, insanın bir şeylere inanmasına ve tapınmasına yönlendirmiştir.

Tarihlere baktığımızda, Deokritos, Lecretus, Epikuros gibi ortaçağ bilim adamları şöyle diyorlar: “İnsan kendi özünde bütün evreni yaratmıştır. Evrenin bağlı bulunduğu bütün yasalara, kurallara, koşullara insanoğlu da aynen bağlıdır”. Bu görüş, Ortaçağda bütün bilim adamları tarafından benimsenmiştir. Tasavvufta da ona şöyle denilmiştir: “Alemi Ekber (Büyük Evren) veya Alemi Kübra (Büyük Evren)” İnsandır. “Âlemi Asgar” (Küçük Evren), Dünyadır. Çünkü dünyanın fiziki yapısı ne kadar büyük olursa olsun keşfedilmiştir. İnsanın fiziki yapısı küçük olmasına rağmen, psikolojik ruhsal yapısı o kadar büyük ki, o kadar geniş ki, henüz keşfedilememiştir..

Şimdi bu bilim adamlarının düşüncelerinde, evrenin içinde var olan bütün varlık türlerinin yoktan yaratılmadığı anlaşılıyor. Her ne kadar, varlığın özünden değişmeyen, genel düzeni sağlayan, emirler veren, bir Logos (Ruh) varlığından bahsediyorlarsa da “Ruh” olan enerjinin, insan bedenini yönettiği biliniyor. Tanrı kavramı adı altında ele alsak bile, karşımıza yine bir ruh kavramı çıkıyor. Bakalım, Kur’an-ı Kerim bu duruma ne diyor:

Sad Suresi 71–72. ayetleri: “Rabbin meleklere şöyle demişti: Ben balçıktan kendime bir halife (insan) yaratacağım. Onu yapıp, ruhumdan ona ruh üflediğim zaman, ona secdeye kapanın.”

Şimdi bu ayet ile insan varlığını tamamlayan Allah’ın ruhundan, insanda da bir zerre olduğunu ispatlıyor. Onun için, insanlık var olduğundan beri, gerekçesi ne olursa olsun, kendi gücünün bittiği yerde güvenecek, tapınacak ve inanacak bir manevi güce ihtiyaç duymuştur. İnsanda var olan bu psikolojik ruh, gelmiş olduğu öz varlık ile her zaman ilişki kurmaya çabalar ve onunla birleşme duygusunu her an yaşatır. İşte ruhun bu arzu ve isteğinden doğan ilgi şudur: O bir eşi ve benzeri olmayan büyük ve güçlü olan Allah’a yaklaşmaya, onun rızasını kazanmaya yönelik, gönülden gelen ruh halinin, bir takım davranışlara yansıması ile meydana gelen, akıl üstü ve ilim üstü olan duygu ile ibadet etmeye ihtiyaç duymuştur.

Şunu çok iyi bilmeliyiz ki dinsel düşünce, insanlığın en eski davranışlarının ilkidir. Fakat yaratıcı ile ilişki, bir bilim, bir lisan, bir davranış işi değildir. Bir gönlün, bir duygunun, bir tefekkür halinin davranışlara yansımasıdır. Bu duyulur, anlatılmadan, müşaade edilir; görmeden, gösterilmeden,

Burada Allah mefhumu! İyilik, doğruluk, eşitlik, özgürlük gibi benzeri faziletlerin tümünü kapsayan, sevgi ile varılan, “Ram ve Rahim” kapısında o özle birleşmeye çalışan yine odur. Evreni meydana getiren bütün güçlerin kaynağı odur. Burada sevgi bir amaç değildir. İnsanlığa güç veren, sevilene ulaştıran bir araçtır. Amaç, yalnız o yüce varlığa ulaşmaktır.

En önemli olanı, o sönmeyen sevgi güneşi bir defa kalbimize doğsun. O, hiç batmayan güneştir. O, güneşin doğduğu gönül, bütün Hakk’ın sırlarına vakıf olur. Gönül gözü açılır. İnsani Kâmil olur. İşte o insan, arzulanan insandır.

Alevi inancında Allah, Muhammed, Ali bir nurdur. İnsanlığın ulaşmak istediği en yüksek noktadır. “Küntü-Kez” diye kısaca anılan “Ben gizli bir hazine idim, istedim ki bilineyim.” diye tasavvufta bir kavram vardır. Kur’an’da da Ali İmren süresi ayet 47: Meryem dedi ki; “Ey Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken, benim nasıl çocuğum olabilir.” Allah der ki: “öyle, fakat Allah ne dilerse yaratır. Bir işe hüküm edince, ona ancak ol der, o da oluverir”.

Alevi inancında bu üçlü birliğe, “İlk Ruhlar Meclisi” denir. Bu meclisin başında da Hz. Ali oturur. Gizli hazine olan o yüce varlık, bilinmesi için insanı yarattı. Kendi ruhundan ruh verdi, varlığını da insanda gösterdi. Görülüyor ki, bu evrende, yaratan ile yaratılanlar vardır. Yaratılanlar: Bitkiler, hayvanlar ve insanlar olarak üçe ayrılır. Bu üç ayrı yaratılmış varlıkların fiziksel yapıları, yani bedenleri, yine evrende var olan hava, su, ısı ve toprak denen öğelerden meydana gelmiştir. Tasavvufda buna da “Anasırı Erbaa” denir.

Elesti bezmin de verdiği ruhla, Anasırı Erbay’ı canlı kılmıştır. Bu ruhların bitkiden hayvana, hayvandan insana geçme devresi, Tanrı’dan iniş devresini çizer. Buna da tasavvufta “Kavsi Nüzul” denir. Ruhların asıl sınavı, insan bedenine girdikten sonra başlar. Ruhun insan bedeni içerisinde kaldığı zaman yaptığı iyiliklere ve kötülüklere göre, ya arzuladığı yüce Allah’ın Halifesi olan insan bedenine girer veya bir başka “Esfelt” sıfata girecektir. Ruhun Tanrı’ya dönüş devrine “Kavsi-Huruç” denir. Alevi inancının verdiği en büyük değer ve çaba, ruhun insan bedenine girdikten sonraki sınavı en iyi şekilde vermesidir.

ÇÜNKÜ EVRENDE VAR OLAN HER ŞEY, O TEK OLAN BÜTÜNÜN, TÜM SIRLARININ YANSIMASI VE CEMALİNİN AYNASIDIR Kİ, BU DA “ALLAH” DİYE ADLANDIRDIĞIMIZ KUDRETİN TA KENDİSİDİR.

Bu konuda Kur’an-ı Kerim çok açık mesajlar veriyor:  Isra Suresi’nin 44. Ayeti; Nur Suresi’ nin 41. Ayeti; Rad Suresi’nin 13-15’inci ayetleri; Harş Suresi’nin 1’inci ayeti: “Evrendeki bütün varlıkların hareket ve davranışları istisnasız duadır.” diyor. Şöyle ki, cansız varlıklardan bitkilere; bitkilerden hayvanlara; hayvanlardan insanlara; insanlardan Allah’a uzanan muhteşem bir dua manzumesi vardır: “Yerde, gökte bulunan her şey, istisnasız onu hamd ile zikir ve tesbih ederler. Fakat siz onların zikirlerini anlayamazsınız ve farkına varamazsınız, der Kur’an:

“Devamlı anmak”, Allah’ın sevgisini gönlünden, ismini de dilinden eksik etmemektir. Gönüller ancak Allah’ı anmakla huzura kavuşur. Sabah, öğlen, akşam her zaman Allah’ı an der. Bu konuda Kur’an-ı Kerim’in Ali İmran suresinin 191. ayetinde: “Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı anarlar.” Diğer bir ayette de: “Yatarken, otururken, ayakta iken, koşarken, binek üzerinde daima Allah’ı zikredin.” der. Görülüyor ki, zikir ibadetinde zaman, zemin, kural yoktur. Yalnız, şüphesiz inançla bağlılığı öngörüyor.

İbadet iki türlü yapılmaktadır. Birincisi, Zikir ibadeti; İkincisi, Secde (Niyaz) ibadetidir ki, kişinin kendisi ile hesaplaşmasıdır. Kendini yargılamasıdır. Öz eleştirisini yapmasıdır. Secde ibadeti, bütün varlğı ile Allah’a teslimiyettir. Cemevlerinde Cuma akşamları toplu olarak yapıldığı gibi, her Alevi inancını taşıyan canlar da, akşamları yatmadan evvel, o gün bilerek veya bilmeyerek yaptığı yanlışlıkların affı için; yaptığı iyiliklerin de mükâfatı için, iki secdelik ibadetini yaptıktan sonra yatmalıdır.

Zikir ibadetine gelince, zikir kelimesinin anlamı: Âşık’ın maşukunu gönlünden geçirmesi, sevenin sevgilisini sık sık anmasıdır. Âşık, Maşukunu hatırladıkça haz duyar ve sevinir. Hep kendisinin anılmasını ister. Seven sevgilisini, sık sık anması, ondan söz etmesi, hatırlayıp da anması gönlünü rahatlatır. Anılanın sevdiğine güveni artar, ruhu sevgiliye doğru kanat açar. O anda her şey unutulur, sadece maşukun ve sevgilinin hayali gönlünde canlanır. Arzu ettiği o sevgiliye kavuşmak için gayret eder.

Allah dostlarının günlük meşgalesi, zikrullah olmuştur. “Ashap Suresindeki ey iman edenler. Allah’ı çokça zikredin, onu sabah akşam tesbih ve tenzih edin” demesi, burada imanın gıdasının Allah’ı zikretmek olduğunu vurguluyor. Kalbin ilahi tecellilere ayna olması, Allah ile kul arasındaki hicapların yani engellerin kalkması gönülden yapılan zikirle gerçekleşir. “Modern Psikoloji, henüz Tevhidin ve tefekkürün yarattığı mucizeyi çözememiştir.” Kur’an da şöyle diyor. Kaaf Suresi ayet 16: “Biz insana, şah damarından daha yakınız.”Bakara Suresinin 152’nci ayetinin dediği gibi: “Siz beni anın, ben de sizi anayım.” Bu ayetlerin meali ve anlamı: “Her türlü şaibeden uzak, gönül sevgisiyle inanarak yapılan zikrin, Cenab-ı Hak’kın kuluna olan rahmetini arttırır. Böylece Allah da kuluna rahmet ve mağfiretini sunar. Kulun kalbini sevgi ve muhabbetle donatır. Kul artık yaradanı, yaradılana tercih etme şuuruna varır.

  1. Varın kâinata aşkın âleme
    Sığmaz ki kudretin levhu kaleme
    Nurun ziya vermiş cümle âleme
    Laa ilahe ilallahım gel yetiş
  2. Ol âdem’i halk eyledi nihanda
    Ona lutf eyledin gizli pünhanda
    Benim tek ümidim sensin cihanda
    Laa ilahe ilallahım gel yetiş
  3. Emredip İsrafil suru çalmadan
    Ruhlar son bulup da cisim olmadan
    Ezrail de can almaya gelmeden
    Laa ilahe ilallahım gel yetiş
  4. Ol sekiz cihanda tuba ekmeden
    Şavkı rahmetinde Kevser akmadan
    Bu ruh henuz bu bedenden çıkmadan
    Laa ilahe ilallahım gel yetiş
  5. Kün deyip de yarattığın evrende
    Ruh bedenden uçup sana gelmeden
    Huzuru makamından sorgulanmadan
    Laa ilahe ilallahım gel yetiş
  6. Gel Dönem zikredelim ulu hudayı
    Arayanlar bulur yüce mevlayı
    Ben senden isterim derde devayı
    Laa ilahe ilallahım gel yetiş