Kerbela Vakasının Kısaltılmış Özeti

Düzgün TV. Takip eden ve bizi dinleyen çok değerli Ehlibeyt dostları. Hepinizin tuttuğu Muharrem orucunu ve kerbela matemini,  verdiğiniz lokmaları, yaptığınız dualerı yüce Allah dergahi izzetiyle kabul etsin. Yüce Allah, bizleri Hz. Muhammed’in katarında, didarında, Ehlibeyt’in yolunda erkânında mahrum etmesin. Bu gün Kur’anı kerimin kutsadığı, Ehlibeyt’in katliama uğradığı gündür. Bu günde Ehlibeyte olan zulmü anlatmaya her yürek dayanmaz. Anlatım sırasında duygulanırsam kusura bakmayın beni afedin. Hepinize aşkı muhabbetlerimi sunarım.

Şimdi gelelim Hz. Hüseyin’e ve Kerbela vakasına:

Değerli canlar; Kerbelâ Vakasını meydana getiren kin, o günün saltanat hırsından da öte, Ümeyye oğullarının, Haşimiler ile eskiden olan düşmanlıklarının devamıdır. Ebu Sufyan’ın Bedir savaşında, Ebu Cahil’i ve diğer birçok yakınını kaybetmesinden kusan kinidir. Onun için oğullarına ve torunlarına daima intikam alma zehrini aşıladılar. Muaviye’nin, Hz. Ali’nin hilafetini tanımaması, eski düşmanlığının bir devamıdır. Halife Osman’ın kanını dava etmesi, buna bir bahanedir. Sıffın savaşında yenilirken, Kuran’ın yapraklarını mızraklara takması da, ne kadar sahte Müslüman olduğunun kanıtıdır.

Anası fahişe Hinde’nin, Uhut savaşında Hz. Muhammed’in amcası Hz. Hamza’nın ciğerlerini yemeye teşebbüs etmesi, Hz. Muhammed’in soyuna ne kadar bir düşmanlık beslediklerini açık seçik ortaya koyuyor. En büyük şansızlık da, Hz. Muhammed’den sonra, İslam dininin düzenlenmesi ve yönetimi, 86 yıl. 12 yılda Osman’ın halife dönemini sayarsak tam 98 yıl, bu İslam Dini’nin en acımasız düşmanı olan Emeviler’in elinde kalmasıdır.

          Muaviye kendisi bir sürü hile ve şer ile Hz. Ali’yi Şehit ettirip, zorla halifeliği gasp ettikten sonra, Hz. Muhammed’in getirdiği İslam dinini tamamen tersine çevirdi. Hz. Muhammed’in günde iki vakit ve iki secdelik İbadeti (namazı) beş vakite çıkarttı. Kadir gecesine hürmeten üç gün ramazan orucunu 30 güne çıkarttı. oğlu lânettullah Yezidi atama usulü ile hilafe makamına oturttu. Bu zulmü ile İslam’da Halifeliğin babadan oğula geçmesini icat etti. Ölmeden evvel de oğluna şu vasiyette bulunur!

          Muaviye, “Ben Medine’de bulunan, ismini vereceğim kişilerin biatlarını alamadım. Fakat bugüne kadar idare ettim, isyan da ettirmedim. Ebu Bekir’in oğlu Abdurrahman, Zübeyir’in oğlu Abdullah, Ömer’in oğlu Abdullah ve Ali’nin oğlu Hüseyin. Bunların biatlarını almadığın müddetçe, senin Halifeliğin her an tehlikededir. Diğerlerini dünya malı ve makamı ile elde edebilirsin. Fakat Ali’nin oğlu Hüseyin en tehlikeli rakibindir. Onu hiç bir servet ile veya makam ile elde edemezsin. Ya biatını, ya da kellesini almalısın.”

          Ehli Beyt soyuna olan kinlerine bakın ki, şeytani hile ile Hz. Ali’yi şehit etitirdiler. İmam Hasan’ı, karısı Cuda’ya zehirlettiler. Ehli Beytin kanına doymayan zalim Muaviye, ölüm döşeğinde de lânet oğluna, Hz. Hüseyin’i öldürmesini vasiyet ediyor. Muaviye: M. S. 680 tarihinde Mart ayının son haftasında ölüyor.

          Yezit, babasının ölümünden hemen sonra ilk iş olarak, Medine valisi Atabe oğlu Velide aceleden bir ferman göndererek, şu emri veriyor: “Ey Velid! Babamın zamanında halen Medine’de biat etmemiş insanların, ya biatlarını alırsın veya kellelerini Şam’a gönderirsin. Yezidin bu sert emrini alan Vali Velit şaşkına döner. Hz. Muhammed’in sürgün ettiği, Ebu Sufyan’ın ve Halife Osman’ın amca çocuğu olan Mervan da, Muaviye tarafından casus olarak Medine’nin vali yardımcılığına atanmış, her haberi Muaviye’ye ileten bir ispiyoncu olarak görevlendirilmiş. Vali ilk evvela yardımcısı olan Mervan’ı çağırtarak durumu ona açıklar. Birlikte Hz. Hüseyin’i çağırtıp gelen emri ona okumalarına karar verirler ve Hz. Hüseyin’i, vali makamına çağırarak, gelen emri kendisine okurlar ve fikrini sorarlar.

          Hz. Hüseyin: “Ey Velit! Bu hassas bir konudur, Yezit gibi söz sahibi bir hükümdara, benim gibi Ehlibeyt ’ten birisi, ona böyle iki duvar arasında biat etsin, bu olacak şey değil. Yarın sen Medinelileri mescide toplar bu emri okursun, ben de o zaman orada fikrimi açıklarım” der. Velit: “Doğrusu da budur, en iyisi yarın böyle yapalım.” Hz Hüseyin, tam odadan çıkarken, Lânettullah Mervan, Velid’e, “Hüseyin’i nereye bırakıyorsun? Onu hapis etmelisin. Bu fırsat bir daha eline geçmez” diye, valiye çıkışıyor. Bunu duyan Hz. Hüseyin, Mervan’a dönerek: “Ya Zerka’nın haramzadesi, Hz. Peygamberin nefretine ve lânetine uğrayan, sürgün edilen senin gibi bir lanetlikten hayırlı iş beklenmez ki. Senden ancak fitnelik ve fesatlık beklenir” der, çıkar evine gider.

          Bunun üzerine ertesi gün Medine Valisi Velit, halkı toplar ve Yezid’den gelen emri okur. Hz. Hüseyin de çıkar minbere şu cevabı verir. “Ey Medine halkı, ey Velit! “Biliyorsunuz ki, biz Tanrının elçisinin Ehli Beyti’yiz. Bizim yüce yerimiz Velilik mertebesidir. Hak yolunda, iyi ahlâktan, doğruluktan yana, Ehli Bey’i dünya kirlerinden temizledim, diye hakkımızda ayet vardır. Ey Velit şimdi sen beni karıştırıcı, fitne, bozguncu, zalim, ayyaş, yalan, dolan sahibi bir lanetliye biat etmemi istiyorsun. Ben, bize emanet edilen bu manevi, kutsal değeri, böyle bir zalimin biatını ve Halifeliğini kabul etmekle, doğruyu yanlışa teslim etmiş olurum. Emanet edilen bu mirası lekelemek, bir başkasına teslim etmek, hiç bir zaman bizim elimizde değil. Kardeşim, İmam Hasan’ın biatını soracak oluyorsanız, birçoğunuz ikiyüzlülük ettiniz. Onu yalnız bıraktınız. O da İslam kanı dökülmemesi için, sizleri protesto etmek için, belirli şartlara bağlayarak Halifelik ’ten çekildi. Sonradan, Muaviye sözünü tutmadıysa, hile-i Şeriyeye başvurduysa, bunda kardeşim İmam Hasan’ın hiç bir kabahati yoktur. Bana gelince benim bunu kabul etmem mümkün değil.”

          Bu olaydan sonra yapılan çeşitli baskılardan, Medine’de kendini güven içinde görmez. Bu bir ay içerisinde de Küfe’den yüzün üzerinde mektuplar alıyor. Hepsinde de, “Biz Yezid’in halifeliğini tanımıyoruz, sen durma, buraya gel. Biz topluca sana biat edeceğiz.” diye devamlı rica mektupları alıyor. Bu olaylar devam ederken, Mervan nalettullah, Medine Valisi Velid’in Hz. Hüseyin’e büyük saygısı olduğunu, onun için de verilen emirleri hiç bir zaman yerine getirmesi mümkün olmayacağı ihbarını devamlı Yezit’e bildirir. Bu ihbarları alan Yezit, Medine Valisi Velide, sert bir emirnameyle, “Ya Hüseyin’in biatını al veya kellesini kes Şam’a gönder.” Bunu duyan Medine Valisi Velid! “Haşa ben, Ehli Beyt ’ten birisini öldüremem. Muhammed soyunun kanının dökülmesine müsaade edemem” der.

          Ne yapacağını şaşıran Velid, Hz. Hüseyin’e giderek durumu bildirir ve rica eder. “Ya Hüseyin, Yezit denen melun, seni burada rahat bırakmayacak. Benim bu zulmü yapamayacağımı anlayınca, yerime kendisi gibi bir zalimi gönderir. Korkarım ki sana bu topraklarda bir kötülük ola. Senden ricam, Yezid’in emrinde olmayan bir memlekete gitmen daha hayırlı olur” diyerek ricada bulunur.

          Hz. Hüseyin, bunun üzerine hayli düşünür. Dedesi Hz. Muhammed’in, anası Fatima-tül Zöhre ’nin, ağabeyi Hasan-ül Müçtebanın kabirlerini ziyaret eder. Özellikle, Hz. Hüseyin’in kardeşi Muhammed Hanefî, Küfe’ye gitmemesinde ısrar eder. Muhammed Hanefî der ki; “Evvela Mekke’ye git, oranın halkı sana saygı gösterir, biat ederlerse orada kal. Oranın halkı da Yezit den korkuyorsa, Yemen’e git. Çünkü Yemen Yezid’in emri altında değil, orada sana bir şey yapamaz. Küfe’ye sakın gitme, Küfe halkı kalleştir. Babamız İmam Ali’ye, kardeşimiz İmam Hasan’a yaptıkları kalleşliği sana da yaparlar.” Hz. Hüseyin’in kardeşi Muhammed Hanefî’nin bu önerisini mantıklı görür ve Mekke’ye göç etmek için hazırlıklara başlar.

          Hz. Hüseyin’in göçü, Hicri tarihin 60’ıncı yılında, Şaban ayının 4’üncü günüdür. (Miladi takvim 8 Mayıs 680 günü) Medine’den, Mekke’ye gitmek için yola çıkar. Giderlerken yolda Muti oğlu Abdullah da Mekke’den, Medine’ye geliyordu. Yolda Hz. Hüseyin ile karşılaşır. Hz. Hüseyin’in durumunu bilen Abdullah, evvela niyaz edip, himmetini diledikten sonra, şu tavsiyede bulunuyor. “ Ey Muhammed’in en sevgili torunu, Fatima anamızın ciğer paresi, Mekke’ye git. Oranın halkının sana sevgi ve saygı göstereceklerini umuyorum. Fakat Yezid’in korkusundan biat etmezlerse, Yemen’e git, emniyetin için Yemen hayırlıdır. Sakın olmasın ki Küfe’ye gidesin, Küfe halkı dönektir. Babana ve kardeşine yaptıklarını sana da yapabilirler.” Bu konuşmadan sonra, Abdullah Medine istikâmetine Hz. Hüseyin de Mekke istikâmetine yollarına devam ederler.

          8 Mayısta Medine’den çıkan Hz. Hüseyin 25 Mayısta Mekke’ye geliyor. Mekke halkı büyük bir coşkuyla, gelen Hz. Hüseyin’in göçünü karşılarlar. Saygı ve hürmet ile alıp kente getirirler. Hz. Hüseyin’in ev halkını “Şeab Ali” adı ile anılan, bir kutlu mekâna yerleştirirler. Hicaz halkı Kâbe’yi tavaf edercesine, günlerce bölük, bölük, dalga, dalga ziyaret ederek, bağlılıklarını bildirirler. Nasıl bir hizmet de bulunabileceklerini rica ederler.

          Bundan rahatsız olan Emeviilerin ileri gelenlerinden Mekke Valisi As oğlu Said, Yezid’e şöyle bir haber salar. “Mekke ileri gelenleri ve halkı, Ali’nin oğlu Hüseyin’e büyük saygıda bulunuyorlar ve kendileri için, Hz Hüseyin’in Halifeliğinin geçerli olduğunu, bunun karşısında kendisinin burada kalmasının tehlikeli olduğunu” ayrıntılarıyla Yezid’e rapor eder. Kendisi de bir zaman sonra, Yezit’ten gelen emre uyarak ve halkın ayaklanmasından da korkarak, gizlice Mekke’den çıkarak, Şam’a gider.

          Küfeliler, Küfe kadısı olan Süreyhi kendilerine vekil seçip, Hz. Hüseyin’e biat edeceklerine, önünde de yemin ederek, bir davet mektubu verip Mekke’ye gönderirler. Daha bu adam Mekke’ye varmadan, arkasına Hamadanlı Mesma ile Abdullah Bekriye bir davet mektubu daha vererek gönderirler. Devamlı her hafta bir başkasıyla davetlerini yenilerler. Hz. Hüseyin Küfeliler’in gönderdikleri mektupları hayli inceledikten sonra, Amcası Abbas’ın oğlu Abdullah’ı yanına çağırır. Küfelilerin gönderdikleri ısrar dolu mektupları kendisine okur. Bu durum karşısında gitmek istediğini söyler.

          Amcası oğlu Abdullah, kendisine: “Ey Tanrı elçisinin gözbebeği, ey keremli İmam, Küfe halkının ne kadar dönek olduklarını hepimiz biliyoruz. Babamızı ve büyük kardeşimizi büyük felâketlere uğratan Irak halkı değil midir? Onlar hiç bir zaman sözlerinde durmadılar. Korkarım ki seni de bir belaya düşüreler. Onların sözlerine inanmak ilk anda doğru değildir. Mademki çağrıya uymak yönü sence ağır basıyor, önce güvenilir bir adamını gönder, bağlılıklarını araştır, senin adına ona biat etsinler. Sonra duruma göre yola çıkarsın.

          Hz. Hüseyin, amcası oğlu Abdullah ile yaptığı bu konuşmadan sonra yine amcası Akil’in oğlu Müslüm’ü çağırtarak olayı ona anlatır. “Ey, benim karşıma kötü olaylar çıktığında, kendini feda etmeden çekinmeyen dostum! Senin önceden Küfe’ye giderek durumu araştırmanı istiyorum. Gerçekten Küfeliler verdikleri söze sadıklar mı? Benim adıma, sana biat edecekler mi? Eğer bu mektuplarda olduğu gibi, seni kabul eder, benim adıma da sana biat ederlerse, sözlerinde duruyorlarsa, ben de o zaman ailemizle birlikte oraya gelirim.”

          Hz. Müslüm, İmam Hüseyin’den aldığı bu emir üzere, büyük bir çabuklukla hemen yola çıkar. Giderken, çok sevdiği çocuklarından 7 yaşındaki Mehmet ile 9 yaşındaki İbrahim’ i de yanına alır. Hz. Müslüm iki çocuğuyla birlikte Küfeye ulaşınca, Ehli Beyt dostu olan, Ebu Übeyde’nin oğlu Muhtar’ın evine misafir olur. Müslim Akil’in, Hz. Hüseyin namına geldiğini duyan Küfe ileri gelenleri ve halkı, akın akın gelerek bağlılıklarını ifade ederler. Bu güven ve bağlılıklarını gören Hz. Müslim, İmam Hüseyin’in gelmesinde bir sakınca olmadığını ve Küfe halkı verdikleri sözün üzerinde olduklarını Hz. Hüseyin’e bildirir.

          Fakat Yezidi’n Küfe’deki yandaşları olan Abdullah Bahili, Velit oğlu Ammar, Sad oğlu Arm, denilen lanetliler birleşerek, Yezide mektupla durumu bildirirler. “Küfe Valisi olan Beşir oğlu Numan’ın hiçbir şey yapmadığını ve hatta Hz. Hüseyin’e taraftar olduğunu, böyle devam ederse, Irak’ın yakın zamanda elinden gideceğini, tez elden Kafe’ye güvenilir bir kumandan göndermesini mektuplarında rica ederler. Bu haberi alan Yezit, Basra Valisi olan en az kendisi kadar zalim ve Ehli Beyt düşmanı olan Ziyad oğlu Übeyd’i Küfe Valiliğine tayin eder ve kendisine şu emri verir: “Küfe’de Hz. Hüseyin adına biat alan Akil oğlu Müslüm’ü derhal öldür. İmam Hüseyin’in Irak’a girmesini engelle, eline geçerse, benim adıma biatını al. Biat etmezse kellesini al Şam’a gönder.”

          Ehli Beyt düşmanı olan Übeyd ibni Ziyad, bu emre fazlasıyla memnun olur. Hemen plan hazırlığına girer. Şeytan kadar kurnaz olan İbni Ziyad (Ziyad’ın oğlu Übeyd) İmam Hüseyin’in giydiği kıyafeti giyerek, yüzüne de peçe çekerek, Hz. Hüseyin’den çok evvel Kafe’ye geliyor. O günlerde İmam Hüseyin’i bekleyen Küfe halkı, İmam Hüseyin geldi diye, muhteşem bir karşılamayla, hoş geldin ya Peygamber’in torunu deyip, biat edeceklerini ifade ederlerken, zalim Übeyd yüzünü açarak: “Bakın ben kimim? Sizler demek ki Yezidi bırakmış, isyana kalkışıyorsunuz, görün ben size neler edeceğim” der ve direk Vali konağına gider.

          Ubeyd ibni Ziyad Vali konağına gelir gelmez, Yezid’den kendisine Küfe Valiliği verildiğine ait olan emirnameyi okur. Herkesin onun emrine riayet etme mecburiyetinde olduğunu, aksi takdir de ağır cezalar ile cezalandırılacaksınız diye tehditler savurur. “Müslüm ibni Akil’i bana teslim edin. Onu saklayan ve savunanların boynunu vurdururum” der.

          Müslüm’ü ele vermek istemeyen Ehli Beyt dostlarından Hani, Müslüm’ü kendi evinde saklıyordu. Başka bir lânettullah tarafından ihbar edilmişti. Hani’yi makamına çağıran Übeyd ibni Ziyad, Müslüm’ü kendisine teslim etmesini emreder. Hani: “Ey Übeyd! Benim evime sığınan bir garibi, düşmanının eline teslim etmem, benim için olası değildir” değince, Hani’yi kırbaçlattırarak orada öldürür.

          Bu durumu öğrenen Müslüm, Hz. Hüseyin adına kendisine biat eden insanları toplayarak, İbni Ziyad’a karşı savaşa girişir. Savaş boyunca iki gün devamlı galip dövüşen Müslüm’ün askerlerini, Übeyd devamlı sarayın penceresinden takip ediyor. Savaşta yenileceğini anlayan ve korkuya kapılan Übeyd ibni Ziyad, sarayda yanında bulunan yandaşlarına, “Bir saate kadar 20.000 kişilik Şam ordusunun Küfe’ye girmek üzere olduğunu her tarafa bağırın. Küfeliler bir an önce evlerine gitsinler, yoksa hepsi ailece harap olacaklar.” İbni Ziyad, şeytani bir düşünceyle, Kefelileri kandırır, Müslüm’ün etrafında ki askerleri dağıtmayı başarır.

          Yezid’in taraftarı olan Küfe’liler, Müslüm’ün galip gelecek taraftarları na, “Yezid’in ordusu geliyor, evlerinize gitmezseniz, çoluk çocuklarınızla birlikte yok olacaksınız” diye saray pencerelerinden herkesin duyacağı kadar defalarca bağırıyorlar. Bunu duyan kalleş Küfeliler, korkudan bir saat içinde dağılıyorlar. Müslüm bir bakıyor ki kendisinden başka kimse meydanda kalmamış. O da canını kurtarmak için, kaçıp Muhammed Kesir’in evine sığınıyor. Orada olduğunu da müşriklerden biri ihbar ediyor. İbni Ziyad Müslüm’ü yakalatıp 11 Eylül 680 tarihinde şehit ediyor. Zalim Übeyd ibni Ziyad, Müslüm’ü öldürmekle kalmıyor, beraberinde getirdiği iki masum yavruyu da bulup şehit ediyor.

          Hz. Hüseyin, Miladi tarih Müslüm’ün şehit edildiği gün, 11 Eylül 680 tarihinde Mekke’den, Küfe’ye gitmek üzere akrabalarına veda ederek yola çıkıyor. Hz. Hüseyin, Küfe’ye doğru yol alırken, Küfe Valisi Übeyd ibni Ziyad, Temimli Yezid’in oğlu Hür’ü 300 kişilik bir süvari bölüğü ile Hz Hüseyin’in başka tarafa gitmemesini sağlamak için karşılamaya gönderiyor. Hür, Hz. Hüseyin’in göç kafilesini bulunca, saygılı bir tavırla, İmam Hüseyin’e gider. Niçin Küfe’ye gelmek istediğini, sorar. İmam Hüseyin: “Ya Hür, Küfeliler beni ısrarla davet ettiler. İnanmıyorsan buyur mektuplarını oku. Onun için Küfe’ye gitmek için yola koyuldum.”

          Hür: “Benim böyle bir davetten haberim yoktur. Yalnız ben seni Küfe’ye götürmek için, Küfe Valisi Übeyd tarafından görevlendirildim. Yanından ayrılmayacağım.” Hz. Hüseyin, Hür’e dönerek: “Ölüm bundan daha ehvendir” der, beraberindeki insanlara geri dönme emri verir. Fakat Hür, her seferinde, askerleri ile buna mani olur. Bakın, bütün Sunni ülamanın yazdıkları tarih kitaplarında  Muaviye ve Yezidi, haklı çıkartacak veya suçlarını meşrulaştıracak uydurma hikayeyi sizlere anlatmak istiyorum.  Çünki birçok Alevi bu anlatılan uydurma olayı Hz. Hüseyin’in  bilerek Kerbala’ya gittiğini veya bu anlatılanların doğru olduğuna inanarak hep anlatırlar ve anlatırız. Bakın uydurulan hikâyeye:

          Bir karanlık gecede, Hür’ün askerleri yatarken, Hz. Hüseyin, kendi göçünü kaldırır. Fırat kenarında Mekke’ye doğru hayli yürütür. Fakat gece öyle zifiri karanlıktır ki, göz gözü görmüyor. Karanlıklar içerisinde hayli ilerlerken, Hz. Hüseyin’in atı Zülcenah, sanki yere mıhlanmışçasına yürümüyor. Hz. Hüseyin ne yapıyorsa, bir adım dahi atmıyor. Hz. Hüseyin, o zaman yanındakilere soruyor. İçinizde bu yeri tanıyan var mı? İsmi nedir”? Sahabeden birisi buraya “Arzı Mariye” derler. Hazret: “Buranın başka bir adı daha olması gerekir” diye sorunca, bu kez başka bir sahabe, efendimiz, “ Bu yerin bir ismine de Kerbi bela derler.” Hz. Hüseyin bu ismi duyunca, “Allahuekber” der atından iner.

          Demek ki, “Hazel ardu Kerbibelâ” dedikleri yer burasıdır, der ve hüzünlenir. Etrafındaki sahabeler sorarlar, “Ya hazret neden attan inip böyle hüzünlendin? Bunda bir hikmet vardır elbet.” Hz. Hüseyin, “Ey dostlarım, evlatlarım, bu yerin bizlere zulüm ve belâ deryası olacağını, Cebrail aleyhi selam, Dedem iki cihan serveri Muhammed Mustafa’ya söylerken duymuştum. Sonra babam Ali’yel Murtaza ile Sıffın savaşına giderken, burada konaklamıştık. Babam başını kardeşim İmam Hasan’ın dizine koydu, biraz yattı. Birden kafasını kaldırarak bir derin of çekti. Kardeşim İmam Hasan sordu. “Hayrola baba, ne oldu, ne gördün?” Hz. Ali: “Oğlum şimdi rüyamda gördüm ki, bu bela çölü kanla kaplı, ciğer parem Hüseyin de, bu kan dalgaları içinde imdat istiyor da, kimse feryadını duymuyor ve imdadına gitmiyor,” diye buyurdu. O zaman hüzün ile benim yüzüme baktı: “Ey gözümün ışığı Hüseyin’im, zaman gelir de bu belâ çölünde yürekleri yakacak bir olay olursa ve bir felâkete uğrarsan ne yaparsın? Ben de, Ey babam! Sabreder, Allah’ın emrini beklerim” dedim. Şimdi nereye geldiğimi biliyorum. Atlarınızdan inin, çadırları kurun.” Sahabeler sorarlar: “Ya Hazret! Bizi Yezid’in askerinden kurtarmak için, bu gecenin karanlığında kaldırdın, geri Mekke’ye gitmek için yola düşürdün. Şimdi de burada çadırları kurmamızı emrediyorsun. Eğer biz burada kalırsak, Yezid’in askerleri bizi tekrar bulur ve gitmemize mani olurlar” deyince, Hz. Hüseyin, “Ey dostlarım, ben bu topraklarda babama, dedeme kavuşacağım. Kim dünyayı seviyorsa bu gecenin karanlığında gitsin.” Bunu duyan birtakım insanlar, o gecenin karanlığından istifade ederek giderler.

          Hz. Hüseyin yıllardır beklediği anın geldiğini ve geldiği yerin Cebrail aleyhi’selamın dedesi Muhammed Mustafa’ya söylediği yer olduğunu, onun da burada Hakk’ın takdirini bekleyeceğini çok iyi biliyordu. Onun için de oraya bile-bile Haymagahları kurmakta tereddüt etmedi diye yazarlar?

          Bu anlatılan hikayede, Cebrail’in Hz. Muhammed’e, Torunun Hz Hüseyin ve diğer Ehlibeyt çocuklarının kerbela’da senin ümmetin Müslümanlar tarafında acımasızca öldürüleceklerini söylemesi ve Hz. Ali rüyasında görüp Hz. Hüseyine söylemesi ve Hz. Hüseyinin bunları önceden bildiğini ve bilerek kerbela’ya gittiğinin hikayesini. Ne kadar inandırıcı bir uslupla, keramete ve itikâta dayalı yazmışlar’ki inanmamak mümkün değil. Hatta, ne yapalım Hüseyin ile yezit savaşmışlar. Hüseyin savaşı kaybetmiş diyen Yezit taraftarı olan, vijdanını satan devrin alimleridir. Yezid’in suçunu meşrulaştırmak için uydurdukları bir hikayedir. Hz. Hüseyin, kendilerini mazlum ve çatresiz gösteren küfelilerin yardımına gitti. Ehlibeyt olmanın sorumluluğunu yerine getirdi. Diğer hikaye Emevinin icma heyyetinin uydurmasıdır. Bunu hiçbir vijdanını satmayan bilim adamı kabul etmiyor.

          Aynen Hz. Ali’nin Camide namaz kılarken şehit edildi. Ali Camiye gidiyordu, siz niye camiye gitmiyorsununz? Alevileri camiye götürme asimilasyon yalanı gibi. Akıl var mantık var. Hz. Hüseyin bilseydi ki Küfeye giderken böyle bir felaketle karşılacağını, Çoluk çocuğu bütün ailesi o çölde susuz öldürülecekler, hiç gidermiydi? Bilerek gitseydi ve Hiçbir tedbir düşünmemiş olsaydı. Önceden amcasının oğlu Müslüm Akili benim yerime Küfeye git, eğer herhangi bir tehlike yoksa, benim yerime herkes sana biat ederse, bana bildir bende o zaman geleyim dermiydi? İşte Emevi kavmi 86 yıl içinde İslam’a, yaptıkları ihanetlerine, katliamlarına, uydurma düzenlerine Hz. Muhammed’in yaftasını yapıştırarak dünya milletlerine İslam budur diyerek, uydurma islamı kabul ettirmişler. Yalnız Ehlibeyt dostları hariç:

          Şimdi gelelim Kerbela’da cereyan edecek olaylara.

Diğer taraftan, Küfe Valisi İbni Ziyad, Ebu Vakkas’ın torunu, Sad’ın oğlu Ömer’i makamına çağırarak, “Ey Ömer, seni Rey Valisi yapacağım, ama bir şartla. Sana dört bin süvari asker vereceğim. Onlarla Hüseyin’in üzerine gideceksin. Ondan, Yezit’e biatını alacaksın, biat etmezse, kellesini alıp bana getireceksin. Ondan sonra valilik görevine başlayacaksın.” Derken, kendisine bir Rey Valilik emirnamesi verir. Ömer, bu işten kendisinin affedilmesini ister. Hüseyin’in üzerine başkalarını göndermesini rica eder. İbni Ziyad “Öyle ise, Rey valiliği için sana verdiğim emirnameyi geri ver” deyince,   Ömer:“Yarına kadar müsaade et, düşüneyim” diye mühlet ister.

            Ömer evine gidip yakınlarına danışınca, bütün yakınları, sen bu işi nasıl yaparsın? Hz. Hüseyin’in karşısına nasıl çıkarsın? Böyle bir işe sakın girişme. Dünya malı, dünyada kalır, diyerek hiçbiri razılık göstermezler. Ömer, “Hz. Hüseyin’i öldürmek ateştir ama Rey valiliği de tatlı bir makamdır.” Sabaha kadar bu düşünceyle uyku gözüne girmiyor. Sabah olunca Ömer, İbni Ziyad’ın yanına giderek, “Siz beni bu valiliğe tayin ettiniz, halk da işitti. Beni memuriyet yerime gönderseniz de, vereceğim şu isimlerden birisini de, Hüseyin’in üzerine gönderseniz daha iyi olmaz mı?” diye söyleyince, Übeyd, İbni Ziyad “Ben sana işlerimi danışacak değilim. Sen ya askerlerin başına geçer gidersin, yok gitmiyorsan bizim sana verdiğimiz valilik emirnamesini geri verirsin.” Ömer bu cevabı alınca, “Tamam gidiyorum” deyip, dünya malına tamah ederek insanlığın bugüne kadar lânet okuduğu görevi kabullenir.

          Ömer’in dedesi Seyd Vakkas, Hz. Muhammed’in en sevgili ve sadık sahabelerinden birisiydi. Cennet ile müjdelenmişti. Babası Sad, Hz. Ali’ye sadakati ile tanınmış bir sahabe idi. Bunların evladı olan, Allah’ın lânetine müstahak olmuş zalim Ömer, kendi pis nefsine ve emellerine yenilerek, ismine salâvat getirdiği, şefaat beklediği, Hz. Muhammed’in en sevgili torununu öldürmeyi kabul ediyor. Şu insanlıktan nasibini almamış yaratığa bakın ki, dedesi dedesinin, babası babasının dostları olan insanların evladına zulüm etmeyi kabul ediyor.

          Seyd Vakkas’ın torunu, Sad’ın oğlu olan Ömer, Hz. Hüseyin’in ve Ehli Beytin derecesini çok iyi biliyordu. Rey valiliğine karşılık, kendisini Cehennem ateşine atarak, ordunun başına geçip Kerbela’ya gidiyor. Kerbela’ya giden Ömer, Hz. Hüseyin’e haber göndererek, üzerine aldığı görevi bildiriyor. Hz. Hüseyin şu cevabı veriyor: “Ben buraya Küfe halkının davetiyle geldim, istemiyorsanız dönüp giderim.”

          Ömer, Hz. Hüseyin’den aldığı bu cevabı, Übeyd ibni Ziyad’a gönderir. Übeyd Ömer’e, “Hüseyin bizim pençemize düşmüşken, onu sakın kaçırma. Ona Yezid’e biat etmesini teklif et. Kabul ederse bir çaresine bakarız. Kabul etmezse, Fırat tarafını askerler ile çevir, onlara su verme.” Bu emri alan Ömer, 500 asker ile Fırat tarafını kapatır. Hz. Hüseyin taraftarlarının su almasını engeller.

          Bunun üzerine Hz. Hüseyin, Ömer ile baş başa görüşmek için haber gönderir. Ömer bu teklifi kabul eder ve görüşürler. Hz. Hüseyin Ömer’e der ki, “Beni bırakın geri Medine’ye gideyim veya Müslüman hudutları dışında başka bir yere gideyim. Benim gözüm herhangi bir makamda yoktur. Ben Ehli Beyt’ten biriyim, onun için Yezid’in Halifeliğini kabul etmem mümkün değil. Sizler Yezit gibi bir ayyaşı Halife kabul ediyorsanız, ben sizin düzeninize karışmam. Aynen Muaviye’nin zamanında, Medine’de yaşadığım gibi, kendi halimde sakin bir halde yaşamak istiyorum.”

          Ömer, bu teklifi normal karşılıyor. Hemen yazıp Küfe Valisi Übeyd’e gönderir. Übeyd ibni Ziyad ileri gelen kumandanlarını toplar. Gelen haberi onlara okur. Kumandanlardan biri olan Zül Gevşe’nin oğlu Şimir ayağa kalkarak, şu teklifi yapar: “Hüseyin senin eline düşmüşken, fırsatı değerlendir. Onu nereye bırakırsan bırak. Gittiği her yerde çok çabuk kuvvetlenir. Onun karşısında senin gücün zayıf kalır. Şimdi bu fırsat elindeyken, Hüseyin de, arkadaşları da senin verdiğin emre boyun eğip teslim olmalılar. Yemin ederim ki ben bu işi öğrendim. Ömer, Hüseyin ile sabahlara kadar sohbet ediyor. O, senin emirlerini yerine getiremez.”

          İbni Ziyad o zaman zulüm emirnamesi yazar: “Hüseyin ve arkadaşları ya benim emrime uyarlar, eğer uymazlarsa, onlar ile harp ederek, onları atların ayakları altında çiğneteceksin. Şayet, sen emrimi yerine getirmezsen, kumandanlıktan çekil. Kumandanlığı ve askeri, mektubu getiren Şimir’e teslim et.” Übeyd, Şimir’e: “Al bu emri Ömer’e götür, eğer yazdığım gibi hareket ederse, onu dinle ve emrine uy. İtiraz ederse, sen onun ve askerin üzerinde amirsin. O zaman, Ömer’inde, Hüseyin’in de boynunu vur, bana getir.”

          Fırsatı ganimet sayan zalim Şimir, sevinerek Kerbela’ya gelir. Emirnameyi Ömer’e verir. Ömer, emirnameyi okur, döner Şimir’e: “Allah belanı versin, ne çirkin haber ile geldin. Benim meramım işi düzeltmekti. Fakat yemin ederim ki, Hüseyin bu işi kabul etmez.” Zalim Şimir de bekliyor ki, Ömer bu işi kabul etmesin de, kendisi kumandanlık makamını alsın. Şimir, Ömer’e, “Ne yapacaksın” diye sorar. Ömer: “Ne yapayım, çaresiz hükmü yerine getireceğim” der. İşte o zaman dünyada affedilmeyen zulüm kararını veriyor.

          Ömer Şimir’in getirdiği bu uğursuz emri alınca, yapacağı zulmün ilk adımı olarak, Hz. Hüseyin’in üzerine askerin yürümesini emreder. O anda da Hz. Hüseyin çadırının önünde diz üstü oturmuş, başını da iki ellerinin arasına almış, dalmış gitmiş. Hz. Zeynep bir de görür ki, Yezit ordusu üzerlerine geliyor. Hemen Hz. Hüseyin’in yanına gelerek, onu uyku halinden uyandırıyor. Hz. Hüseyin, “Şimdi rüyamda Resüllah’ı gördüm, bize geleceksin buyurdu.” Zeynep Ana bunu duyar duymaz, feryat edip dizlerini dövmeye başlar. Bunlar bu haldeyken, Ömer’in orduları da çemberi daraltmaya başlar. Bunu fark eden Hz. Abbas, Hz. Hüseyin’e, “Bu askerler üzerimize geliyorlar, ne yapmalıyız?” deyince, Hz. Hüseyin, Celal Abbas’ı, Ömer’e göndererek bir gün mühlet ister. Ömer, Hz. Hüseyin’in bu teklifini kabul ederek askeri geri çeker.

          Hz. Hüseyin, durumun vahametini iyiden iyiye fark edince, beraberinde oraya kadar gelen akrabalarına, dostlarına, şöyle bir konuşma yapar: “Benim sadık dostlarım, akrabalarım, ben bu andan sonra sizlere izin veriyorum. Bu gece karanlığından istifade edin. Bu gece buradan ayrılın, şehirlere, köylere gidin dağılın. Hak hepinize yardım etsin, hayırla mükâfatlandırsın. Siz burada kalıp, benim ile bela deryasına dalmayın. Düşman yalnız beni istiyor, gerekirse öldürecekler. Sizlerin de benim ile beraber ölüme gitmenize gönlüm razı olmuyor.”

          Diye ısrar ediyorsa da, herkes tarafından kabul görmüyor. Fakat o gece yine gidenler gidiyor. Kardeşleri ve yakın akrabaları, “Biz bunu kabul etmiyoruz. Allah göstermesin, ya biz gittikten sonra, senin başına bir felâket gelirse, biz kendimizi affedemeyiz. Beraber yaşayacağız, beraber öleceğiz, senden sonraya kalıp yaşamayı istemiyoruz.” diye topluca cevap verince, Hz. Hüseyin de hepsi için duada bulunur.

          Gece karanlığında tedbir olsun diye, çadırların etrafına çalı, çeper, kamış gibi yanacak şeyler yığdırıyor ki, Askerler çadırlara ilk hücuma girmek istediklerinde, bunları ateşe vererek, ilk hamlede girmelerini kısmen olsun geciktirsin. Ayrıca ikinci tedbir olarak da, çadırları birbirlerine yaklaştırarak iplerini birbirlerine bağlattırıyor ki, gece karanlığında çadırın birine yapılacak gizli bir saldırıyı, diğer çadırlar fark edebilsin.

          Son geceyi tedbir olarak, sabaha kadar ibadet ile geçiren Ehli Beyt tarafı, henüz sabah ibadetinde iken, şafak yeni söküyordu ki, Yezit ordusu tarafından, harp başlatan boru sesleri gelmeye başlar. Lanetlik Ömer komutasında bulunan askerler tabur, tabur yerlerini almaya başlıyorlar. Sağ tarafa askeri komutan olarak Haccac oğlu Ömer’i, sol tarafa, Zülcevşen oğlu lanetlik Şimir kâfirini, orta merkezi yerde Seyd Vakkas’ın torunu, Sad’ın oğlu lânete müstahak Ömer başkomutan olarak yer alıyor.

          Bunu gören şehitler serdarı İmam Hüseyin, kâfirlerin niyetlerinin kötü olduğuna artık şüphesi kalmıyor. Kendi tarafına hazırlık yapmalarını emir verirken, kendisinin de son olarak İmamlık görevini yerine getirmesinin gerekli olduğunu düşünüyor. Bunu düşünen İmam Hüseyin, Mübarek atı Zül cenahı çekiyor. Dedesi Hz. Muhammed Mustafa’nın imamesini başına sarıyor ve hırkasını üstüne alıyor, atına binerek Yezit ordusunun karşısına sürüyor. Bu, Hz. Muhammed’e salavat getiren kâfirlere, yaptıklarının ne kadar yanlış olduğunu, ağır bir sorumluluk ile karşı karşıya olduklarını, bir defa daha hatırlatmak için, şu konuşmayı yapıyor:

          “Ey Küfe halkı! Biliyorum ki sizlere söyleyeceğim sözleri anlamayacak kadar sağır oldunuz. Üzerimdeki cübbeyi, başımdaki sarığı göremeyecek kadar da kör oldunuz. Bu sözleri sizleri içine düşeceğiniz ateşten geri çekebilir miyim diye söylüyorum. Bir gün Hakkın huzurunda ben sizden davacı olacağım. İşte o güne, bu konuşmam bir belge olsun diye konuşuyorum. Ey utanmaz kavim! Başımdaki sarık, belimdeki kılıç, sırtımdaki mutluluk hırkası, altımdaki at, dedem Hz. Muhammed’indir. Ben Peygamberlik ilminin varisiyim. Hz. Fatima’nın ciğer paresiyim. Bütün yaşamım boyunca, benden size bir kötülük dokundu mu?

          Ey gaddar kavim! Hamt olsun ki benim, hakkında salavat getirdiğiniz Peygamberinizin torunuyum. Onun sevgili kızı Fatima-tül Zühre’nin oğluyum. Ali’yel Murtaza benim babam. Hz. Muhammed onun hakkında; “Lehmuke-lehmi, Dehmuke-demmi, ruhuke-ruhu, Enne Medine’tül ilmi ve Ali-yün bâbuha. Men küntü mevlahu, Ali-yün mevla.” Bunun Türkçe anlamı: Ali’nin eti benim etimde, kanı benim kanımdan, ruhu benim ruhumdan. Ben ilmin şehriyim, Ali o ilmin kapısıdır. Ali’den bana gelinir. Ben kimin Mevla’sı isem, Ali’de onun Mevla’sıdır.

          “Ey Kâfirler; Ben Muhammed Mustafa’nın soyundanım. Benden başka evladı var mı? Ben onun Ehli Beytindenim, bundan kimin şüphesi var? Sizin hiç inancınız, imanınız yok mu? Bakın İsa Peygamberin ümmeti, İsa’nın eşiğine ve merkebinin izine yüz sürüyorlar. Yahudiler, Hz. Musa’nın izine yüz sürüyorlar. Ya siz? Peygamberinizin evladını, ayalini, kurda kuşa sebil olan Fırat suyunu vermeyerek öldürmek istiyorsunuz.

          Ey Küfe halkı! Ben size ne yaptım? Malınızı almadım, kanınızı dökmedim, sizlere bir kötülük yapmadım, neden dolayı benim kanımı helal buyuruyorsunuz? Ey Allah’tan korkmazlar, sizler bana yemin ederek, beni buraya çağırdınız. Ben vatanımı, yurdumu, dostlarımı, akrabalarımı bıraktım, sizin çağrınıza uyup buralara geldim. Şimdi bu gurbet ellerde, çocuklarımı yetim bırakıp, perişan mı etmek istiyorsunuz? Eskiden nasıl sizler ile bir ilişiğim, ilgim yoktu ise, şimdi de yoktur. Beni bırakın, geldiğim gibi vatanıma gideyim veya bir başka ülkeye göçeyim. Buyurun gönderdiğiniz mektuplar. Bu mektupların altında hepinizin de imzası var. Beni bu ülkeye, sizler rica ve minnetle çağırdınız. Bu işi, bu dereceye sizler getirdiniz. Bu fitne ateşine sizler sebep oldunuz.

          Haniye İhlas ayeti gibi öten dilleriniz? Taş mı kesildiniz? Söyleyiniz. Ey Sad oğlu Ömer, Ey Hacac oğlu Ömer, Ey Rabia oğlu Şis. Ey Enes oğlu Sinan. Ey Zülgevşen oğlu Şimir, bu ne gaddarlıktır? Bu ne zulümdür? Sayalım ki ben sıradan bir insanım. Sizin hiç birinize en ufak bir kötülüğüm dokunmamıştır. Suçsuz bir masumum. Suçsuz bir insana, nasıl bu zulmü reva görüyorsunuz? Sonra, bilmiyormusunuz? Bu ay hangi aydır? Bugün hangi gündür? Bu ay mübarek aylardan Muharrem ayıdır. Peygamberiniz bu kutsal ayda kan dökmeyi yasaklamadı mı?

          Bugün on Muharrem Kur’an’nın kutsadığı gündür. aşure günüdür ki, dedem Muhammed Mustafa, babam Ali yel Murtaza, bu günde bütün Peygamberler için salat ve selamda bulunurlardı. Siz Müslüman değil misiniz? Yarın hangi yüzle ceddimden şefaat bekleyeceksiniz? Ne duruyorsunuz! Öldürün, Salavat getirdiğiniz Peygamberinizin torunu olan Ehli Beyt’in sonuncusunu öldürün. Hadi ne duruyorsunuz! Hz. Muhammed’e olan kininizi benden kusunuz!” diyerek sözlerini bitirir.

          İnançsız ve dinsiz olan bu Yezit kavmi, hep birlikte gönderdikleri mektupları inkâr ederler. Fakat bu konuşmaları dinleyen askerler, önce sessiz taş gibi donar kalırlar. Biraz sonra fısıldamalar ve kaynaşmalar başlar. Başkumandan Sad oğlu Ömer bu durumu fark edince, Hz. Hüseyin’e bağırarak, “Ey Hüseyin, bu anlattığın laflar hiç bir yarar sağlamaz. Ya Yezide biat edersin veya başını alırız.”

          Hz. Hüseyin, “Ey Ömer, ben Ehli Beyt ten birisiyim, böyle haksız işlere razı olmamın mümkün olmadığını, sana daha evvelden söylemiştim.” diye cevap verir. Bu konuşmaları duyan Yezit ordusunun kumandanlarından, ilk defa Hz. Hüseyin’i takibe memur edilen ve Hz. Hüseyin’in geri dönmesine mani olan kumandan Hür, askerin içinde ileriye sıçrayarak, “Ey zalimler! Peygamber’in evladına böyle mi muamele edilir? Ben bilseydim, siz böyle zulüm edeceksiniz, Mekke’ye dönmesine mani olmak değil, yardımcı bile olurdum.

          Ben doğru yoldan ayrılmam” diye haykırıyor. “Yezidi’n pis servetinden ise, Hz. Muhammed’in şefaatine nail olmayı tercih ederim” diyerek Hz. Hüseyin’in yanına gelir. Hür, Hz. Hüseyin’in yanına gelince, ayaklarına kapanır. “Ya İmam beni bağışla, senin geri dönmene ilk ben mani oldum. Müsaade et, şimdi de senin uğruna ilk ben şehit olayım” diyerek, af dilerken, Hür’ün kardeşi ve sadık kölesi de Yezit ordusundan ayrılarak, Hz. Hüseyin’in yanında yer alıyorlar. Kerbela meydanında ilk şehit olanlar da bunlardır.

          Seyd Vakkas’ın torunu Sad’ın oğlu nâlettullah Ömer, “Ey askerler, ey kumandanlar görün savaşı ben başlatıyorum. İbni Ziyad’ın huzurunda buna şahitlik edin” diyerek, Hz. Hüseyin’e ilk oku atan o nâlettullah oluyor. Bunu gören küffar askerleri her taraftan başlıyorlar, Hz. Hüseyin’in üzerine yağmur gibi oklar yağdırmaya. Hz. Hüseyin, beklemedik bir anda belaya düştüğünü görünce, sahabelerine seslenir: “Ey sözlerinde duran vefalı müminler, savaşa hazır olunuz ve şehit olmayı bekleyiniz.”

          Hz. Muhammed’in sevgili torununa ve diğer bütün ev halkına yapılan bu zulüm ve katliam; Hicret tarihinin 61’inci yılında, Muharrem ayının 10’unda Cuma günü şafak ağardıktan hemen sonra başlamıştır. Miladi tarih, 10 Ekim 680 tarihidir. Hz. Hüseyin’in oğulları, kardeşleri ve sahabeleri kendisi ile 68 kişi, altı aylık Ali Asgar ve Hür, kardeşi, kölesi ile beraber şehit olanların yekünü 72 kişi idiler.

          Bunların 4 tanesi amcası Akil’in çocukları, Müslüm ve kardeşleri Cafer ile Abdurrahman. Müslüm’ün çocukları Abdullah ile İbrahim ve Muhammed Hazretleridir. İki kişi de amcası Cafer’i Tayyar’ın oğulları, Muhammed ile Abdullah Hazretleridir. Altı tanesi Hz. Ali’nin oğulları, Hz. Hüseyin’in anneden üvey kardeşleri, Hz. Fazl, Avn, Abdullah, Abbas Hazretleridir. Diğer iki tanesi, İmam Hasan’ın oğulları, Abdullah ile Kasım Hazretleridir. İki tanesi de Hz. Hüseyin’in oğulları Ali Ekber ile Ali Askar Hazretleridir. Ali Askar, altı aylık masum yavrudur. Kerbela’da Hz. Muhammed’in soyundan tam 19 can şehit edilmiştir.

          Hz. Hüseyin, “savaşa hazır olun”, der demez, Hür, hemen yanına gelir. “Himmet eyle senin uğruna ilk savaş eden ben olayım, beni bu mükâfattan mahrum etme” diye ısrar edince Hz. Hüseyin de kendisine duacı olur ve savaşmasına izin verir. Bu şekilde başlayan savaş devam eder. Sabah saat 10’a kadar 53 sahabe şehitlik şerbetini içerler. Artık sıra akrabalarına ve kardeşlerine geliyor. Akrabaları da, kardeşleri de teker teker Yezit ordusuna karşı kahramanca, imanla çarpışıp şehitlik şerbetini içtiler.

          Kardeşlerinden en sona Hz. Abbas kalmıştı. Atına binip savaş alanına varınca, Yezit ordusuna dönerek, “Ey acımasız, insanlıktan uzak haydutlar kavmi! Ey vefasız kavim! Hz. Peygamberin torunu, Hz. Hüseyin diyor ki: “Bütün sahabeleri mi, yakın akrabalarımı öldürdünüz. Bu nasıl bir kin? Bu nasıl bir düşmanlık, artık kana doymadınız mı? Yaptığınız bu zulümden pişmanlık duymuyor musunuz? Şu küçük masumlardan, kadınlardan ne istiyorsunuz? Bu suçsuz masum insanlar susuzluktan ölüyorlar. Hiç değilse onlara su verin. Bizi de bırakın, Rum’a, Hind’e, Çin’e gidelim. Arap yarımadasını sizlere bırakalım”.

          Bu konuşmadan askerin birtakımı etkilenerek, kumandanlarına karşı gelmeye başlarken, Şimir, Rabia’nın oğlu Sit ve Ahcer lanetlikleri ileri atılarak, askerleri tehdit ederler. Hz. Abbas’a dönerek, “Ey Abbas, boşuna uğraşma, Yezid’in kati emri var. İbni Ziyad’ın oğlu Übeyd’den bize taht ve saltanat sözü var. Dünya yüzü her taraf tatlı su olsa, o suyun koruyucusu da biz olursak, Hz. Hüseyin’in taraftarlarına, ev halkına ve kendisine su vermeyiz.” Hz. Abbas geri gelerek, Hz. Hüseyin’e olanları anlatır. Bu arada çadırlarda gelen su iniltilerini duyunca dayanamaz.

          İki deri tulum alarak atına biner, Fırat’a doğru öğle bir nara atarak atını koşturur ki, düşman askeri neye uğradıklarını bilemezler. Kimse cesaret edip de karşısına çıkamaz. Fırat suyuna varan Hz. Abbas, su içmek isterken, çadırlardaki susuzluk iniltilerini tekrar duyar gibi olur. Su içmekten vazgeçer, tulumları doldurarak geri döner. Her iki omzundaki tulumlarla vücuduna saplanan oklara aldırmadan kurşun hızıyla Ehli Beyt çadırlarına doğru ilerlerken, o sırada arkadan gelen Erzak oğlu Nevfel lânetlenmişi bir kılıç vurmasıyla, Hz. Abbas’ın sağ kolunu omzundan keser ve düşürür. Buna da aldırmayan Hz. Abbas, sol kolundaki tulumu yetiştirmek için, var hızıyla yoluna devam eder. Tam o sırada, bir başka lânettullah sol koluna bir kılıç vurarak, sol kolunu da bedeninden ayırır.

          Hz. Abbas, bu haliyle yine tulumu bırakmak istemez. Dişleriyle tutarak götürmeye çalışırken, başka bir zalim lânettullah bir ok atarak tulumu deler. İşte o su mazlumların gözyaşları gibi Kerbela çölüne akar gider. Hz. Abbas kanlar içerisinde inler iken, Hz. Hüseyin yetişir. Bu yürekler yakan manzara karşısında, Hz. Hüseyin, şöyle bir etrafına bakar. “Sizler insan kılığında canavarsınız, sizlere artık hiç bir sözüm yoktur.” der. Hz. Abbas’ı bağrına basarak alır çadırların önüne götürürken, Hz. Abbas, “Ya İmam, suyu yetiştiremedim, beni affet.” der ve şehitlik şerbetini içer.

          Bu zulmü gören İmam Hüseyin’in oğlu Ali Ekber, amcası Abbas’ın intikamını almak için ve babasına yapılacak zulmü görmemek için, savaşmak için, babasından ısrarla müsaade ister ve müsaadesini alır, silahını kuşanır, atına binerek hemen savaş meydanına çıkar. İçinden gelen şehitlik coşkusuyla, atını o tarafa, bu tarafa sürer, beyitler söyleyerek kendini tanıtır. Hz. Peygamber’e çok benzediği için, kâfir Sad oğlu Ömer, “Bakın bu Hüseyin’in büyük oğludur. Yüzü ve çehresi Hz. Peygamber’in aynısıdır. Heybeti ve yiğitliği dedesi Hz. Ali’nin aynısıdır. Bunun karşısına kimse tek başına çıkmasın. Bırakın meydanda uzun zaman atını koşuştursun, bu hırsıyla biraz sonra susuzluktan kendisi helâk olur.”

          Hz. Ali Ekber harp meydanında ne kadar nara atar gezerse, karşısına kimse çıkmaz. Artık sabrı tükenir. Atını karşısında duran düşman ordusunun üzerine sürer, kim rast gelirse onu öldürür. Geri dönüp babasının yanına gider, çok susuz olduğundan yakınır. Babasının hayır duasını aldıktan sonra, diğer çadırdakilerin hepsi ile helalleşir, tekrar savaşmak için harp meydanına çıkar. Bu sefer lânettullah Ömer, karşısına en usta cengâver pehlivanlarını gönderir. Fakat Hz. Ali Ekber hangisi gelirse onu ilk hamlede öldürür. Bunu gören Sad oğlu lanetlik Ömer,  Tufeyl oğlu Muhkemi 2000 kişilik bir orduyla üzerine yürümelerini emreder. Ali Ekber’in etrafını saran Yezit ordusu, her taraftan ok yağmuruna tutarlar, etraftan yağmur gibi gelen oklarla, o şehitler sultanı da orada şehitlik şerbetini içer.

          Artık sıra İmam Hüseyin’e gelmişti. Hz. İmam Hüseyin, evinin halkına öğüt verdikten sonra, küçükleri büyüklere emanet eder. Dua ederek onları Tanrı’ya ısmarlar. Yatağında hasta yatan İmam Zeynel Abidin, babasının tek başına kaldığını görünce, dayanamayıp yatağından kalkar, silahını kuşanır. Babası izin verirse savaşmak için harp meydanına çıkmak ister. Hz. Hüseyin, oğluna der ki: “Senin şehit olmana henüz izin yoktur. Çünkü bizim neslimiz senden devam edecektir. Bize emanet edilen İmamlığı, senden gelen nesil yürütecektir.” ve kendisine maddi ve manevi olan emanetleri verir.

Ayrıca imamlık hakkında birtakım bizlere sır olan nasihatler da bulunur. Onu da bacısı Zeynep anaya teslim eder.

          Yezidi’n askerleri ile savaşmak için hazırlıklarını yapar. Ehli Beyt kadınlarıyla yeniden helalleşir. Tam çadırdan çıkarken, henüz memede altı aylık yavru olan Ali Asgar’ın sanki “Baba bana su vermeden gitme.” diyen masum bakışları ciğerini dağlar. Bu duruma dayanamayan Hz. Hüseyin, alır Ali Asgar’ı bağrına basar ve harp meydanına çıkar. Hz. Hüseyin, düşmana karşı ciğerparesi Ali Asgar’ı iki ellerinin arasına alarak havaya kaldırır. “Ey zalimler! Hele sayalım ki size karşı ben suçluyum, acaba bu günahsız,  suçsuz yavruya niçin bir damla su vermiyorsunuz?” Kâfirlerin hepsi bir ağızdan, “Ya Hüseyin, Yezid’in ve Ziyad’ın oğlunun, su konusunda kesin emirleri var. Sen, Yezid’e biat etmedikçe, sana ve çocuklarına su yoktur.”

          Hz. Hüseyin döner ki çadırlara gitsin, o anda Harmele isminde bir Yezid’i nâlettullah bir ok atarak Ali Asgar’ı boynundan vurur. Hz. İmam gözlerinden kanlı yaşlar akıtarak, oku yavrunun boynundan çeker çıkarır. Fakat Ali Asgar da babasının kucağında şehitlik şerbetini içer. Hz. Hüseyin kanlar içerisinde kalan yavruyu, annesi Şehri Banu’nun önüne derin bir ah çekerek koyuyor. Geri dönüp atına biner ve savaş alanına öyle bir hırsla girer ki, o an ki heybetinden bütün düşman askerini korku sarar. Savaş alanında yalnız kalan, düşman ordusuna yalnızca karşı duran, o Tanrı sevgilisi, mızrağına dayanarak küffar ordusuna şu sözleri söyler:

          “Ey Kavmi Sufyan! Sizler beni de öldüreceksiniz, ben bundan hiç tasa etmiyorum. Kendim için de hiç üzülmüyorum. Üzüldüğüm tek şey, “Ceddim Muhammed Mustafa’ya inandık, dediniz. Onun getirdiği dine inanıyorsunuz, ona salat ve salavat getiriyorsunuz. Ama ona ve onun çocuklarına en büyük ihaneti ve zulmü yapıyorsunuz. Onun emrine ve belirttiği yasalara uymuyorsunuz. Yaptığınız zulmü, kötülüğü yarın İslam adına mal edeceksiniz. Bunu unutmayın ki, siz ne Müslümansınız, ne de İslam dini ile uzaktan yakından bir ilişkiniz vardır. Dünya var oldukça, sizler lanetlik olarak anılacaksınız. Yaptıklarınıza pişman olsanız da artık fayda etmeyecektir. Değerli babam, çok kıymetli dedem, Tanrının yarattığı bütün yaratıkların ve insanların en hayırlısı ve değerlisidir. Ben de o iki hayırlının en mükemmel oğullarıyım. Babam güneştir, anam aydır. Ben de bu iki dolunayın yıldızıyım. Benim dedem Muhammed Mustafa’dır, babam Ali-yel Murtaza’dır. İslam dini bunların yüzü suyu hürmetine sizlere gelmiştir. Ben de onların evladıyım ve varisiyim. “Öldürün, öldürün ne duruyorsunuz? Öldürün İslam dininin direğini öldürün de, yine Cahiliye adetlerine dönesiniz.

          Bu sözler, yezit askerini etkilemiş olacak ki kumandanlar hemen durumu fark ederler. Lânete müstahak, Bihter’i, Şis, Şimir, Ömer ve diğer kumandanlar hep birlikte cevaplarlar. “Ey Hüseyin, bizim seninle savaşımız hükümdarımız Yezid’in emridir. Senin tek kurtuluşun Yezid’e biat etmendir. Ya Yezid’e biat et, ya da uzatma, savaşa hazır ol” derler. Melun başkumandanlar subaylarına emir vererek, Hz. Hüseyin’in üzerine yağmur gibi oklar yağdırdılar. Hazret bu oklardan kendini muhafaza ederek, az bir yara ile kurtulur.

          O anda bir kum fırtınası kopar ki, kimse kimseyi göremez. Fırtına durduktan sonra, Hz. Hüseyin, düşmandan teke tek savaşmalarını ister. O zaman Şam komutanlarından, Kahtiba oğlu Lemin lanetlisi karşısına çıkarak, “Ya Hüseyin, tek başına bu kadar askere karşı durmuşsun, bunların çoğunun dedelerini Bedir’de babalarını ve akrabalarını Deden ile baban öldürmüştü. Sıffın savaşında da baban yine birçoklarını öldürmüştü. Halen yüreklerinde o kin var. Şimdi de burada yine birçoğunun yakınları öldü ve bunların kinleri bir kat daha arttı. Senin tek çaren Yezid’e biat etmendir” der.

          Hz. Hüseyin: “Ey Şamlı, ben buraya savaşmak için gelmedim. Sizler bu fitneliği yaptınız, beni buraya davet ettiniz. Bugün de burada çocuklarımı, akrabalarımı öldürdünüz. Sen de şimdi beni tehdit edip Yezid’e biatımı almak mı istersin? Ben Ehli Beyt’ten biriyim, bu haksızlığı kabul edip hakkı, haksıza teslim etmem mümkün değil. Bunu bilesin.” Hz. Şahmerdan bunu söyledikten sonra, öyle bir nara vurur ki sanki o an deprem olur. Lemi’n lânettullahını bir kılıçla ikiye böler.

          Hz. Hüseyin, karşısına yeni bir savaşçı daha ister. Ancak gerek o naradan, gerekse o vuruştan askerlerin gözü korkmuş olacak ki, bir süre karşısına kimse çıkmaz. Sonradan Sad’ın oğlu Ömer lanetlisi, Arap ülkelerinde dövüşçülüğü ile tanınmış meşhur Zeyd Etbani’yi çıkartır. Zalim gelir gelmez hemen saldırıya geçer, fakat Hazret onun da işini bitirir. Susuzluktan âmânı kesilen Hz. Hüseyin, atını Fırat’a doğru sürer ve önüne geçene vurarak devam eder. Bunu gören lânet Şimir, askerlere bağırarak emir verir:

          “Ey Küfe askerleri! Ey Şam askerleri! Sakın Hüseyin’in su içmesine fırsat vermeyin, eğer kendi su içerse, atı da su içerse, onu yenemeyiz. Hepimizi öldürür, emeklerimiz de boşa gider.” Diyerek, askerleri Hz. Hüseyin’in üzerine saldırmaları için kışkırtır. Şahi Merdan, üzerine ne kadar asker geliyorsa, önüne geleni biçerek Fırat suyuna varmayı başarıyor. İki avucu ile alıyor ki su içsin, çadırdaki susuzlar aklına geliyor, o an suyu içmekte tereddüt ederken, şeytan kadar kurnaz olan Yezidiler bağırırlar:

          “Ey Hüseyin! Askerler, tecavüz ve yağma etmek için çadırlara girdiler, şu anda o suyu içmek sana düşer mi”?  Bunu duyan Hz. Hüseyin, bütün hızıyla atına atlayıp düşman saflarını yararak çadırlara varır ki, çadırlar sapasağlam duruyorlar, baskına uğramamışlar. O zaman anlar ki, su içmemesi için yapılan düşmani bir hiledir. Çadırlardaki kadınlar ve çocuklar “Su! Su!” diye inliyorlar. Ayrıca, o ana kadar şehit olanlar için feryatları arş-ı âlâ’ya çıkıyor.

Hz. İmam, tekrar çadırına girer. İmam Zeynel’i bağrına basarak ona şunları söyler: “Ey benim gözümün ışığı, sen sabretmek yolundan sakın ayrılma. Çünkü sabır imamların ve evliyaların huyudur. İmam nesli seninle devam edecektir. Ey ciğer köşem! Ey gözümün nuru! Sen Muhammed Mustafa’nın, Ali-yel Murtaza’nın nişanesi olarak kalacaksın. Dedemizin, Babamızın getirdiği İslam dinini hiç sapıtmadan, bir leke sürmeden sen sürdüreceksin.  Seninle ve senin soyunla devam edecek. Gelecek nesillere de, sen dedemizin ve babamızın getirdiği ve sürdüğü İslamın kutsal değerlerini öğreteceksin. Bu inkâr kavmi, şimdi nasıl sapıttısalar. Yarın dinden de sapıtacaklar. Sen sakın onlara uyma ve onlara inanma. Ne yazık ki, onlar bundan sonra eski Cahiliye devrindeki dinlerine İslam’ı kılıf olarak çekecekler ve yine ne acı ki onu da, Hz. Muhammed’in getirdiği İslam ismi altında bütütn dünyaya tanıtacaklar. Ben biraz sonra senin selamını dedeme ve babama götüreceğim.” der.

          Hz. Hüseyin, ondan sonra kadınları toplar. Hz. Zeynep Ana’yı, Ümmî Gülsüm’ü, Şehribanu’yu ve diğer kadınları teker teker överek teskin etmeğe çalışır ve der ki: “Ey kadınlar! Bugün matem gününüz, buna hazırlanınız. Ancak sakın yakalarınızı yırtmayın, saçlarınızı yolmayın, kendinizi imkân dahilinde saklayınız ve namahremden korunmaya çalışın. Düşman karşısında metanetli olmaya uğraşın.” Hazret bu uyarılarını yaparken, bir yandan da mübarek gözlerinden yaşlar devamlı akıyordu, etrafında olan herkes de ağlıyordu.

          Hz. Hüseyin, tekrar imam Zeynel’i bağrına basar, hüzünle, ama şehit olma coşkusunun verdiği hazla, atına binerek savaş meydanına öyle bir nara atarak girer ki, yer yerinden oynar. Lânet olası Sad oğlu Ömer, Hz. Hüseyin’in bu durumunu görünce, savaşçılarına teke tek dövüşmeyi yasaklar. Bağırarak der ki: “Ey gafiller, Hz. Muhammed’in, Hz. Ali’nin yiğitliği ve aslanlığı bugün Hüseyin’de toplanmış. Dünyanın en cengâver insanı da karşısına çıksa, onu paramparça eder. Susuzluğun ve aldığı yaraların etkisi, ayrıca Ehli Beyt ’ten ayrılışı, onu fazlasıyla hiddetlendirmiş. Onun üzerine teke tek gitmeyin. Hz. Hüseyin’in üzerine bütün askerler ile toplu gitmekten başka çaremiz yoktur.” Kumandan Ömer’in emri ile bütün düşman askerleri her yandan Şehitler Sultan’ının üzerine saldırırlar.

.

Burası Kerbela!

O Allah’ın Aslan’ının oğlu Hüseyin, deşti Kerbela’da bir daha Yezit ordusunu yararak Fırat’a kavuşur. Fakat bu sefer tam su içecekken kâfir Temim oğlu Haris, bir ok atarak ağzında dişlerini kırar. Bu yüzden yine su içemez, geri döner, düşman askerine saldırır, önüne her geleni cehennemlik eder. Etraftan yağmur gibi gelen oklardan aldığı yaralar ve bu yaralardan akan kanlardan gücünü kaybeder. Göz, göz olan vücuduna rağmen, halen her vurduğu düşman askerini öldürüyor, bir taraftan da kendini savunuyordu. Şehit olma anı gelmiş çatmıştı. Susuzluğun ve yaraların verdiği hâlsizlik ile hem çarpışıyor, hem de önünü çadırlara doğru çeviriyor ki Ehli Beyti’ne yakın gitsin. O anda bir grup zalim küffar askeri yine üzerine saldırır. İmam Hüseyin, bir yandan üzerine gelen Düşman askerleri ile savaşırken, bir yandan da çadırlara yaklaşmaya çalışıyor. Fakat artık atın üzerinde duracak gücü kalmıyor ve yere düşüyor. Bu durumu gören kadınların feryatları gökleri deliyor. Kendilerini yerden yere vuruyorlar.

Hazret, yerde oturmuş vaziyette üzerinde güçlükle dururken, zalim Sad oğlu Ömer, kılıcını çekerek üzerine yürüyor. İmam Hazretleri, sert bir bakışla, “Beni öldürmeye sen mi geldin Ömer?” deyince, heybetinden korkarak geri çekiliyor. Zalim Ömer, diğer kumandanları gönderiyor. Hz. Hüseyin o haliyle, her üzerine geleni öldürüyor. Vücudundan devamlı kan kaybettiği için, artık kıpırdayacak hali kalmıyor. İşte o Müslüman dininin direği, olduğu yere seriliyor. Ehli Beyt çadırlarında kıyametler kopsa da, feryatlar asumana çıksa da, gözü kör, kulakları sağır, kalbi taş olmuş Yezit kavmi, bunu ne görüyor, ne de duyuyor. Hz Hüseyin’in yerde yattığını gören Hz. Peygamber in düşmanları, kinlerini kusmak için, bir kısmı Hz. Hüseyin’i öldürmeye, bir kısmı da çadırları yağma etmeye koşuyorlar. Bunu gören Hz. Hüseyin:

 “Ey Sufyan soyu, ey Ömer! Kabul edelim ki sizde inanç ve imandan bir eser yoktur. Bari yaradılışınızın gereği olan Cahiliye döneminin kurallarından olan namus kavramını elden bırakmayın. Kadınlar ve çocuklar üzerine kötülük yapılıyor, bu reva değildir. Bu vahşi davranışlara engel olunuz.” buyurur. Bu konuşmadan sonra, askerleri çadırlardan çıkartan Ömer, bundan sonra çadırlara kimse dokunmasın emri verdiyse de, çok geç kalmıştı. O zamana kadar olan olmuştu ve çadırlar yağmalanmıştı.

Diğer tarafta, yerde halsiz yatan İmam Hüseyin, kendini son bir sefer daha toplayarak oturdu. O sırada bir lanetlinin attığı ok yüzüne saplanmıştı. İmam Hüseyin oku çekip çıkarınca, o nurlu yüzünü kaplayan kanlara mübarek ellerini sürerek, “İnşallah bu durumum ile dedemin, babamın, anamın ve Hakkın huzuruna giderim.” buyurur. O sırada öldürmek için üzerine her gelen, olayın vahameti karşısında dehşete düşerek geri çekilirler. Bunu gören lânet Şimir, “Ne oluyor size, ne korkuyorsunuz” diye bağırınca, lanetlik Serik oğlu Dera, bir kılıç vurup Hazret ’in kolunu koparıyor. Enis oğlu Sinan da bir kılıç vurup diğer omzunu kesiyor.

O iki büyük darbeden sonra, şehitler serdarı oturduğu yerde tekrar yere seriliyor. Yezit oğlu Havli ve onun oğlu Sebel lanetlikleri geliyorlar ki Hazreti Hüseyin’in başını kessinler, Gördükleri vahşetin karşısında ürkerek geri çekilirler. Hz. Hüseyin, tekrar kalkmaya çalışırken, lanetlik Sinan bir mızrak vurup tekrar yere uzatır. O anda bir başka lanetlik gelir ki Hazret ‘in başını kessin. Hz. Hüseyin: “Ey zavallı emir kulu! Benim katilim sen değilsin. Sen bu kötü işi işleme, lânete müstahak olup, cehennemde yanma, sonra cezaların en şiddetlisine uğrarsın.” deyince, komutanın emriyle gelen zavallı adam ağlayarak, “Ey hakiki İmam! Şefaat dilediğimiz Peygamberin torunu, biz sana bu kadar zulüm ettiğimiz halde, sen halâ bize acıyorsun. Hakiki İmam olduğuna şüphem kalmadı.” der ve ağlayarak geri döner.

Bunu gören Enes oğlu Sinan, Tanrı’nın lâneti üzerine olsun, istedi ki bu kötü işi yalnız kendisi yerine getirsin de, Yezit tarafından mükâfatlansın. O anda Şimir lanetlisi daha atik davrandı, Sinan’dan önce Hz. İmam Hüseyin’in kutsal göğsünün üzerine ayağını koydu.

Hz. Hüseyin, o an gözlerini açar, “Ey bahtsız yüzü kara adam! Sana kim derler?” diye sordu. O zalim, “Bana Zülgevşen’in oğlu Şimir derler.” dedi. Hz. Hüseyin: “Ey Şimir, zırhının eteğini yüzünden kaldır ki yüzünü göreyim.” Şimir zırhının eteğini kaldırır, cehennemlik yüzünü gösterir. Hazret bir bakar ki, cehennemliğin dişleri domuz dişleri gibi dışarı çıkmış. Hz. Hüseyin, o lânettullahı öyle görünce, “Sadakallahu Resullah” der. Çünkü Hz. Peygamber, Hz. Hüseyin’e batın âleminde katilini göstermişti.

Şehitler serdarı Hz. Hüseyin, sinesine çıkan lânettullah Şimir’e der ki: “Ey Şimir benim katilim sen olacaksın bunu biliyorum. Ey Şimir! Bu ay ne ayı? Bugün ne günüdür? Bu zaman ne zamandır?” Şimir lanetlisi de,  Bu ay Muharrem ayıdır, bugün Cuma’dır. Bu zaman da namaz vaktidir.” diye cevap verir. Hz. Hüseyin de, “Harbin yasak edildiği bu mübarek ayda, Cuma günü namaz saatin de, bütün Müslüman âlemi Hz. Muhammed’e salat ve salavat getirirken, behey zalim, sen o Peygamberin torununu katlediyorsun. Böyle mübarek bir günde, sen nasıl bu adi buyruğa baş eğiyorsun? Ey zalim bari sinemden kalk, bana biraz süre ver ki, ben de kanlı ağzımla suya özlem çeke çeke ibadetimi yaparken Şehit olmayı istiyorum.” der. Bunları duyan lanetlik Şimir, Şahi Şehidan’ın göğsünden kalkar. Kalkıp oturmaya dermanı olmayan Hz. Hüseyin, Allah’ın yardımıyla kalkar oturur, İbadetine başlar. İbadete izin vermesine pişman olan lanetlik Şimir, daha ikinci secdedeyken, ibadetin bitmesini beklemeden, bir hamlede Hz. Hüseyin’in mübarek başını gövdesinden ayırır. O anda göğü siyah bir bulut kaplar, karanlıklar içinde öyle bir fırtına kopar ki, sanki kıyamet kopmuş gibi. Bu fırtınadan sonra, lanetlik kavim tekrar Ehli Beyt çadırlarına hücum edip ne varsa yağmalarlar. Şimir lânettullah, İmam Zeynel’i görünce, kılıcını çeker ki onu da öldürsün. Hz. Zeynep ve diğer kadınlar önüne geçerek buna mani olurlar. Bunu gören Sad Oğlu Ömer lanetlisi, “Ey Şimir, esir düşen düşman çocukları öldürülmez.” diyerek mani olur. Peygamber soyu olarak imam Zeynel Abidin’in kutsal emanetler ile dünyada kalması, Tanrı’nın bir hikmetidir. İşte Aleviler, Peygamber soyunun dünyada kalmasına şükür ve sena ederek, on iki imamlar adına, on iki gün oruç tutarlar ve bu oruçla beraber, Kerbela şehitlerinin de yası matemini yaparlar.

            Sad oğlu Ömer lanetlisi İbni Ziyad’ın vaat ettiği armağanlara ulaşmak için şehitlerin başlarından yirmi iki tanesini Huvazen Kabilesi ’ne, on dört tanesini Beni Temim Kabilesine, on üç tanesini kendi kabilesine, altı tanesini Esed oğlu Kabilesi ‘ne, beş tanesini Erdeşir Kabilesi ‘ne, on iki tanesini Sakife Kabilesi ‘ne, taksim eder ve bütün kabilelere bu başları mızrakların uçlarına takmalarını emreder. Ayrıca her kabile resmigeçit geçiyormuş gibi, mızraklara takılan başlar ön tarafta olacaktır. Övünme şiirleri söyleyerek yürüyeceklerini, Kafe’ye ihtişamlı bir şekilde girmek için bütün hazırlıkların yapılmasını emreder.

Başkomutan Sad oğlu Ömer lanetlisi, Şimir’e Ehli Beyt kadınlarının çıplak olarak develere bindirilmesini emreder. Saltanat ve çıkar için bu gözü dönmüş Yezit soyu Ehli Beyt kadınlarına yaptıkları bu insanlık dışı davranışları ile Hz. Muhammed’e olan kin ve düşmanlıklarını bu davranışlarıyla ispatlamış oluyorlar. Ağlamaktan ayakları üzerlerinde duracak halleri kalmayan suçsuz ve masum Ehli Beyt kadınlarını, bir de, ekstra savaş alanından geçirterek, şehitlerin bedenlerini ne derece atların ayaklarına çiğnettiklerini gösterirler. Bu insanlık dışı yaptıklarını göstermekle, Ehli Beyt kadınlarının acılarını bir kat daha artırmışlardır. Tabi bu acımasızca yapılan manzarayı gören kadınların feryatları yeri göğü inletir. Hele Hz. Hüseyin’in bedenini çıplak gören bacısı Zeynep Ana, önünü Medine’ye çevirerek: “Ya dedem! Bu yerde başı bedeninden ayrılmış kanlar içinde çıplak yatan beden, senin sevgili Hüseyin’indir. Bir zaman bağrına basardın, gözlerinin nuruydu. Yüzünü yüzüne sürerdin. Hüseyin’i inciten beni incitmiş olur derdin. İşte gör, ikiyüzlü sahte, zalim Müslümanlar, sana karşı topladıkları kini, sevgili torunun Hz. Hüseyin’den çıkardılar.”

            Yezit oğlu Havli lânete müstahak, Hz. Hüseyin’in başını daha evvelden gizlice, Küfe dışında olan evine götürmüş saklamış ki, yarın ibni Ziyad’a kendi eliyle versin de mükâfat alsın. Sabah olunca Havli, Hz. Hüseyin’in başını Ibni Ziyad’a kendisi bir tepsi üzerinde sunar. Arkadan Sad oğlu Ömer’in kumandasında olan ordu, diğer şehit başlarını Kafe’ye getirirler. İbni Ziyad lanetlisi, Şimir komutasında 5000 kişilik bir ordu kafilesiyle bütün başları Şam’a, Yezit lanetlisine götürmesini emreder. Bu uzun yolculuktan sonra, Şimir komutasında olan asker, kesik başlarla beraber bir bayram havasıyla Şam’a girerler. Yezit de, Şam’da bütün esnafların dükkânlarını kapatmalarını ve herkesin bayram yerine gelmesini emreder. Sonra kesik başlar mızrakların ucunda, Ehli Beyt kadınları çıplak develerin üstünde, Şam sokaklarında gezdirmeye başlarlar. Sonra, Yezid’in sarayının önüne getirir indirirler.

            Hz. Hüseyin’in kesik başı bir tepsi üzerinde Yezit lânettulasına sunulur. O dinsiz, imansız, ayyaş lanetlik Yezit, tepsinin üzerindeki Hz. Hüseyin’in kesik başına bakar. Elindeki çubukla dudaklarına ve dişlerine dokunarak, şu kini kusar: “Bedir savaşında öldürülen dedelerimiz sağ olsalardı, eline sağlık, intikamımızı aldın derlerdi.” Yezit lânetullahsının şu son ifadesi ile Hz. Muhammed’e ve onun getirdiği Müslüman dinine ne kadar düşman olduklarının açık bir belgesidir.

  1. Bugün Müslüm biat aldı caydılar
    Bugün dünya kendilerin sandılar
    Bugün masum yavrulara kıydılar
    Bugün Ali Aba şehit oluyor
  2. Bugün Ümmügülsüm Zeynep ağladı
    Bugün Ehli Beyitler kara bağladı
    Bugün zalim mazlumları tığladı
    Bugün Abbas Kasım şehit oluyor
  3. Bugün arşı âlâ hep yere düştü
    Bugün cenazeler güneşte pişti
    Bugün olan işe melekler şaştı
    Bugün Ehli Beyitler şehit oluyor
  4. Bugün Mustafa’nın ciğer paresi
    Bugün Murtaza’nın ol dür danesi
    Bugün Ehli Beyt ‘in bütün hanesi
    Bugün Ali Ekber şehit oluyor
  5. Bugün Kerbelâ ’ya sam yeli esti
    Bugün zalim Yezit suları kesti
    Bugün Şah Hüseyin atından düştü
    Bugün ehli iman şehit oluyor
  6. Bugün sallanıyor hem dünya hem arş
    Bugün zalimlerin kalbi oldu taş
    Bugün ehli mümin tutar kara yas
    Bugün Ali Aşkar şehit oluyor
  7. Bugün Ali Ekber’e ok attılar
    Bugün bütün çadırları yaktılar
    Bugün zalimler de dinden çıktılar
    Bugün Ehli Beytim esir oluyor
  8. Bugün bütün arşı âlâ ağladı
    Bugün Kâbe karaları bağladı
    Bugün zalim mazlumları tığladı
    Bugün Kasım Vahap şehit oluyor
  9. Bugün melekler de ah vah eyledi
    Bugün diller hep Hüseyin’i söyledi
    Bugün o Yezitler suyu vermedi
    Bugün Kerbelâ da susuz yanıyor
  10. Bugün Muharrem’in ayın onudur
    Bugün Ehli Beyt ‘in matem günüdür
    Bugün Kasım Fatima’nın gülüdür
    Bugün açan güller bir, bir soluyor
  11. Bugün bak ki o kâfirler nettiler
    Bugün Ehli Beyti esir ettiler
    Bugün alıp Şam’a doğru gittiler
    Bugün ol Kerbelâ kanla doluyor
  12. Bugün Adil Ali’yi ağlattılar
    Bugün suyolunu hep bağlattılar
    Bugün arşı kürsü hep sallattılar
    Bugün Şah Hüseyin şehit oluyor

On Muharrem! Şafak ağır, ağır ağlayarak açıyor. Gökyüzü kan kırmızı!
Güneş kana boyanmış, ağlayarak doğuyor. Burası Kerbela!!!!!
Irak çölü alev, alev yanıyoır. Sanki az sonra olacakları bildiriyor.
Haymagah’da Aliasgar su, su diye feryat ediyor. Burası Kerbela!!!!!
Kur’da kuş’a sebil olan Fırat suyu, ağlaya, ağlaya akıyor. Burası Kerbela!!!!
Rüzgâr sanki hançer yemiş yaralı şehit gibi, inleye inleye esiyor. B.K!
Hurma dalları içini çeke çeke bir kılıç gibi hıçkıra, hıçkıra gıcırdıyor. B.K!!
Bura da, tabii duruş matem. En gerçek bakış gözyaşı. Burası Kerbela!
En göze görünür renk siyah. Toprak’sa kıp kırmızı hep şehitler kanı.
En cana yakın duygu gönül acısı, gözyaşı. Ehibeyt’in feryadı.
Burada tarih donmuş maziye akmıyor. Beyinler donmuş düşünmüyor.
Burada kalpler taş kesilmiş. Mavi gök, siyahlara bürünmüş kapkara B.K!!!
Burada gözyaşı çağlamadan dinmiyor. Melekler dahi kan ağlıyor. B.K!
Burada tek bir ses duyuluyor, Ehlibeyt’in feryadı. Çocukların innemesi.
Celal Abbas, su getiremediğine yanması, kollarının kopuşuna inlemesi,
Oluk, oluk Şehitlerin kanı akarken, Ümmü Gülsümün feryad ettiği yer. B.K!
Çadırlarda bir feryattır göklere yükseliyor. Ciğerlerin parçalandığı yer. B.K
Zeynep Ana saçlarını yoluyor, gözyaşının sel olup aktığı yer. B. K!!!
Bir feryattır dalga, dalga semaya yayılıyor. Bu ne zulüm. Bu ne kin Ya Rab!
Güneş kararmış karanlıklar içinde, Ehlibeyt’im yezitlerin elinde esir. B.K!
Burada diller iki cümle söylüyor. Ya Hüseyin, ya Hüseyin, ya Hüseyin.
Kemter, Şehit düşen şühedalar aşkına, sakahüm ya Hüseyin diye yasını tutuyor.
Kubbede siyah bayrak, Kerbela’da kâtliamı anlatıyor, acıyı simgeliyor B.K!
Ehlibeyt’e rahmet olsun. Yezide ve onun soyuna, ervahına lânet olsun.
Ehlibeyte rahmet, Yezit’e lânet. Selamullah ya Hüseyin. Selamullah ya Hüseyin. Selamullah ya Kerbela’da susuz düşen şühadalar.